Eskiden çok, şimdilerde tek- tük su değirmenleri vardı. Su değirmenleri, suyun bol olduğu, debisinin de yüksek olduğu yerlere kurulur. Altta tonlarca ağırlığında sabit bir taş, üstünde bir göbek ile sabit taşa bağlı, ama sürekli dönen başka bir taş vardır. Üstteki taşa bağlı bir manivelayı hızlı akan su oynatır. Manivela oynadıkça üstteki tonlarca ağırlığındaki taş döner.
İki taşın arasında bir göbek iki taşı birbirine bağlar. Göbek olmazsa üsteki taş yerinden oynar. Aynı zamanda iki taşı birbirine bağlayan o tahta dilin ve göbeğin etrafına yerine göre buğday, arpa veya mısır taneleri dökülür. İki taşı birbirine bağlayan o tahta dilin etrafından taşların arasına giren tahıllar, üsteki taş döndükçe un haline gelir. Yani tahıl öğütülür.
Un, taş döndükçe ön tarafa yapılmış kasaya akar. Değirmenci unun; ince, kalın veya bulgurluk olması durumuna göre taşın dönüşünü ayarlar. Bir taraftan da taşların arasına girecek tahıl gözetilir. Tahılı dökme unutulursa, taş boşa döner, taş boşa dönerse una taş kırıntısı karışabilir. Çünkü taşın arasında tahıl yoksa boşa dönen taşlar sürtünür, birbirini ezer. Taş kırıkları meydana gelebilir. Oysa bunu önleyen tek şey, taşların arasında daima buğday tanelerinin olmasıdır.
Eskiden Fethiye’de kalın borulardan ve de yüksekten akıtılarak debi kazandırılmış suların döndürdüğü değirmenler, daha ziyada Eşen Çayı’nın karşısındaki, Kadıköy, Çamurköy veya Sınır köylerinde olurdu. Nehrin batı tarafındaki köyler nispeten kuraktı. Oralarda değirmen taşını döndürecek kadar su ancak kışın olurdu. Yazın, sular tarla sulamaya gittiğinden değirmenler kapalı olurdu. Yani çalışmazdı. Herkes bu sebeple değirmene Kadıköy veya Çamurköy’e giderdi.
Eşen Çayı’nın karşısına köylüler, ”Karşıyaka” demez, ”Öte yaka” der. Hatta Ege’de ve kıyı Akdeniz’de müthiş bir hece yutma alışkanlığı olduğundan “öteyaka”ya,“öteeka” denir.
“Öteeka”ya gitmek için Eşen Çayı’nın geçilecek uygun yerleri gözetilir. Tabi o zamanlar köprü yok Eşen Çayı’nın üzerinde… Eşeğin sırtına sarılmış iki buğday çuvalı, ”Öteeka”ya değirmene (ona da “dermen “ denir) gidilecek. Çay’ın sularının çok yayıldığı yerler, karşıya geçmek için ey uygun yerlerdir. Oralar insanın dizinin biraz üzerine gelir. Su dar bir alana sıkışmışsa, yüklü eşek ve insanlar oradan geçemez. Nehir, insanı ve yüklü eşeği yutar orada..
Değirmene giderken en önemli iş, buğday çuvallarını suya değdirip ıslatmamaktır. Değirmene gidenler hem kendini, hem yüklü eşeği, eşeğin sırtındaki buğday çuvallarını ve de suyun sığ yerini gözetmek zorundadırlar.
Dermene varınca, Posbıyık Mehmet amca, sizi güler yüzle karşılar. Yılların dermencisi ustalaşmış, iyi bir esnaf olmuştur artık. Başı da çoğu zaman kalabalıktır. Telefon yok ki, önceden arayıp “dermen kalaba mı tenha mı”( bizim orada tenhaya “teene “denir) diye sorasın? Dermen kalaba ise beklersin. Her şey sıra ile.. Çevrede gezilecek bir yer yok ki, biraz vakit geçiresin. Sarı buğday tanelerinin öğütme işini seyretmek ve un çuvallarının sırasını takipten başka yapılacak bir şeyin yoktur.
Sıra size gelince sevinirsiniz. Akşam olmadan çayı geçip köye dönmek ayrı bir zevktir. Posbıyık Mehmet Amca, sizin çuvalı alıp, iki taşın arasındaki deliğe denk gelecek şekilde büyük hazneye boşaltır. Büyük hazneden buğdaylar iki taşın arasına azar azar dökülür, un olur. Öndeki kasa dolmasın diye tahta kürekle unlar, tekrar boşalmış çuvala doldurulur.
İşte unları ön kasadan, çuvala aktaran tahta kürek dermenin simgesidir. O tahta kürek, dermencinin kazancının da mihenk taşıdır. Dermenci, hizmetine karşılık para almaz. Öğütülen undan bir kürek alır çuval başı. Bir kürek un, dermencinin ”hakkı”dır. Yani dermenci her çuval için bir kürek “hak” alır. ”Hak” onun ücretidir.
Dermenci (değirmenci)nin her çuvaldan bir kürek “hak”alması, zamanla onun dünya kadar ununun olması demektir. Onun için dermenci Posbıyık Mehmet Amca tarlaya ekin ekmez. Tahıl kaldırmaz.
Buğdayı öğütmüşsün, buğday çuvalları artık un çuvalı olmuştur. Gene nehri geçmek için suyun sığ yerini gözetmek, bu sefer unların ıslanmamasına daha da dikkat etmek zorundasınızdır. Islak buğday kurutulup tekrar öğütülür ama, ıslanan un kurumaz. Artık o heba olur. Bunun için dönüş yolu daha dikkatli olmayı gerektirir.
Dönüş yolunda bir başkası dermene gidiyordur. Size sorulan ilk soru; ”dermen kalabamı, teenemi”dir? Eve vardığınız zaman yiyeceğimiz ekmeğin malzemesi hazırdır artık.
Şimdi değirmende köylülerin tahıl öğütmesine gerek yoktur. Fırıncılar buğdayları öğütüp un haline getirmiştir zaten. Size sıcak bir ekmek alıp yemek düşmektedir. “Fırın ekmeği” köylere kadar geliyor.
Eskiden “Fırın ekmeği” köylü çocukları için lükstü. Köylü çocukları fırın ekmeğinin nasıl yeneceğini bilemezdi. Yumuşak buğday yufkasının arasına katık niyetine fırın ekmeğini sarıp da yemenin ayrı bir zevkini yaşar köylü çocuklar. Ekmek içinde ekmek yemek yani…
Bu yazıyı yazmak için özel bir çabam olmadı. Çocukluğumda defalarca yaşadığım, yaptığım ve gördüğüm şeyleri yazdım. Ama dermende (değirmende) ”hak” alma olayını TV’de Türk Halk Müziği Sanatçısı Orhan Hakalmaz’ı dinlerken hatırladım. Orhan Hakalmaz; “Trene bindim de tren salladı/Zalım doktor ciğerimi elledi” türküsünü söyledi. Rahmetli babam 60 sene önce biz dut ağacının altında tütün dizer ve bunalırken bu türküyü söylerdi. Babamı hatırladım o zaman.
Sonra dedim ki, adamın soyadı “Hakalmaz”. Acaba babası veya dedesi değirmenci mi idi? Buğdayları bedava öğütüp “hak” almıyordu da onun için mi “Hakalmaz” soyadını aldı dedim…
Hak, kutsaldır. Herkesin hakkını vermek lazımdır.
Av. Sabri Turhan