Kur’ân’da 13. Sure olarak yer alan Ra’d suresi ile 14. Sure olarak yer alan İbrahim Suresi Mekke dönemi surelerindendir. Ra’d Suresi 43 ayet, İbrahim Suresi 52 ayettir. Ra’d Suresi’nin onüçüncü ayetinde gök gürlemesi anlamında “Ra’d” kelimesi geçtiği için sure bu isimle anılmış, İbrahim’in (a.s.) duasından dolayı da 14. sure İbrahim Suresi adını almıştır.
Medine dönemi sureleri, tevhid akidesini ve imanın esaslarını pekiştirdikten sonra infak, israftan kaçınma, aile hukuku, ceza hukuku, savaş hukuku, ticaret hukuku, protokol kaideleri gibi insanı ve toplumu, dolayısıyle sosyal hayatı ilgilendiren hükümleri içerirken; Mekke dönemi sureleri Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini; kıyamet gününü ve öldükten sonra dirilişi; peygamberliği ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini red ve inkâr eden kâfirlerle mücadeleyi içermektedir. Asıl hedef imana davettir. Bu sureler tevhid ve peygamberlik delilleriyle doludur. Geçmiş milletlere ait kıssalarla, bir yandan ibret almak üzere onların nasıl helak oldukları anlatılmakta, diğer yandan da peygambere ve az sayıdaki müminlere destek vererek onları, üzüntülerini giderecek şekilde teselli etmektedir.
Bu anlamda Kur’ân’ın manaları ve hedefleri saymakla bitmez. Sayfalar dolu kitapların başaramayacağını veciz bir şekilde kısaca izah eder. “Mümine hitabederken kâfire bir korkutma fırlatır, kâfiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır… Âlime söylerken cahile dinletir. Cahile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır)
HEM AKLA HEM HİSLERE HİTABEDEN KİTAP
Bütün bunlar anlatılırken, teorik ve anlaşılması zor şeylere değil, o günkü Arap topluluğunun bildiği misallere, mesellere yer verilmekte. Mesellerle bazen his ve duygulara hitap edilmiş, bazen de deney ve gözleme dayanan pozitif bilimlere atıf yapılmıştır. Müfessirlerin eserlerinde yer verdikleri üzere “geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu”, “fakat Kur’ân histen çok akla hitap ettiği için tahkikî, açık hükümleri daha çok tercih etmiş ve bununla beraber hisleri de mahrum” bırakmamıştır. Alemde, “Düşünüp aklını kullanan bir kavim için elbette ayetler, deliller vardır” buyurulmaktadır. (Bakara, 2/164) Bu delilleri herkes bulamaz, Kur’ân’da “ülu’l-elbab” diye tanımlanıp övülen “üstün akıllı ve temiz vicdanlılar” düşünerek bulabilirler. (Ra’d 13/19) Kur’ân’ın hak kitap olduğunu anlayabilmek de kitap ilmine sahip olmayı gerektirir ki, bunlar da anlatımdaki fesahat ve belagat, bildirdiği gayb haberleri, dile getirdiği ilimler ve diğer haberlerdir. Kısaca, Kur’ân’ı inceleyen bir insan şöyle düşünür: Böyle bir kitap insan eseri olamaz, hele hele okuması yazması olmayan birinin hiç eseri olamaz. Öyle ise bu kitap Allah’ın peygamberi ile tebliğ ettiği hak kitaptır.
Gerçekten, diğer peygamberlerle ilgili kıssaları çeşitli yönleriyle ve bazen de ayrıntılarıyla nakleden Peygamber’in başka yerden öğrenme ihtimali yok. Çünkü okuryazar değildir ve kendisinden ilim tahsil ettiği bir hocası yoktur. Bu açıdan kıssaların fevkalade olayları içermesi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği hakkında en küçük bir şüpheye ihtimal bırakmıyor ama inanmak istemeyenler gene de inanmıyor. Bu kıssaları kitaplarında okuyan “ehl-i kitap” da biliyor ancak onlar da şirk ve küfürde devam ediyorlar. Onlar, Firavun gibi “o acıklı azabı görmedikçe iman etmezler”. (Yunus, 10/88).
LABORATUARDA İNCELENEMEYEN HAKİKATLER
Kitap konusuna dair sorulara ve özellikle hayat nedir sorusuna; hayatın mahiyeti ve manası, hayatın öncesi ve sonrası gibi insanlığın temel sorularına pozitif bilimler cevap veremezler. Çünkü pozitif bilimler araştırma konularını laboratuara sokar ve var olanı mümkün olduğu kadar parçalayarak analiz eder, şeyler arasındaki münasebetleri, oranları tespit eder. Mesela bu hayatın başlangıcı nedir, sonu nedir, ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, ne olacağım gibi insanoğlunun temel sorusu olan konuların hiçbiri laboratuara girmez. Bu gibi soruların cevabını peygamberleri vasıtasıyla Yüce Allah vermekte ve bunun için de deliller ortaya koymaktadır. Kâinatın muazzam bir düzen içinde devam eden varlığı; gece ile gündüzün yaratılması, bunların peş peşe gelmeleri, güneş ve ayın bir düzen içinde hareketleri, yıldızlar, gezegenler, yağmur yüklü bulutlar, bir damla su ile toprağın hayat bulması gibi pek çok olay, aklını kullanabilenler için delillerdir. Yüce Allah, mesel hakkında da “Muhakkak ki Allah bir sivrisineği hatta daha üstününü bir misal getirmekten çekinmez” buyurmaktadır. (Bakara, 2/26)
AKLA HİTABEDEN SORULAR
Bu mesellerle, insanların bilip tanıdıkları şeylerden hareketle akıllarını kullanmaları, “akletmeleri” istenmiştir. Çünkü akıl, duyu organlarıyla hissedilemeyen şeyleri anlar. Türkçemizde buna akıl yürütmek denir. Kur’ân, aklını kullanabilenleri “temiz akıl sahipleri” olarak nitelemekte. İbrahim Suresi’nde, kıyamet gününün dehşetinden ve iman etmeyen cehennemliklerin akıbetinden bahsedilirken, “suçluların zincire vurulmuş” hallerinden, gömleklerinin “katrandan” ve “yüzlerinin ateş”le kaplandığından haber verilmektedir. (İbrahim, 14/49-50)
İlgili ayetlerde geçen “zincir” suçluların ayaklarına ellerine bağlanır, boyunlarına asılır bir bağ idi; “ateş” yakıcılığı ile bütün insanlar tarafından bilinen bir şey idi; “katran” da Arapların yakından bildiği siyah, çirkin ve sert kokulu, süratle tutuşur, sıcak ve keskin bir sıvı maddededir. Araplar o tarihlerde bunu uyuz develere sürerlermiş. Allah’ı inkâr edenlerin durumu “kül” meseliyle, güzel ve kötü sözün durumu “ağaç” meseliyle anlatılmış: “Rablerini inkâr edenlerin durumu tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler.” “Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller verir. Kötü sözün durumu da, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.” (İbrahim,14/18-24-25-26)
ZULMÜN YEGÂNE SEBEBİ
Bugünkü haksızlığın, vahşetin ve zulmün yegâne sebebi, gerek fert planında olsun ve gerekse toplum planında olsun Allah korkusunun kalplerde duyulmaması, hesap gününe inanılmamasıdır. Elbette nezihini tenzih borcumuzdur, “duyduk” diyenler de ya yeteri kadar duymuyorlar ya da nefislerine aldanıyorlar. Kalplerde Allah korkusu duyulmuyorsa, menfaatler (çıkarlar) söz konusu olduğunda vicdan sızısının da bir değeri kalmıyor, hatta vicdan, eski tabirle ifade edelim “on para bile etmez” bir hale geliyor. O sebeple yüce Allah öncelikle akıl yoluyla kalplerde kendi varlığının, birliğinin ve kudretinin bilinmesini, kısaca “Tevhid” inancının yerleşmesini istiyor. Bu yerleştikten sonra gerisi kolaydır.
Yukarıda belirtildiği üzere, Kur’ân’da, doğru yolu bulması için insana hep akla hitap eden sorular yöneltiliyor, aklını işletmesini teşvik eden meseller veriliyor. Bununla, laboratuara sokulamayan hayatın mahiyeti, öncesi ve sonrası için, yani ahiret hayatı için bilgi sahibi olması isteniyor. Hal böyle olmasına rağmen, işin garabetine bakınız ki, yüce Allah aklederek benim varlığımdan haberdar olun, dünyanıza anlam kazandıracak, ahirette de kurtuluşunuza vesile olacak emirlerime uyun buyururken; inkârcılar tam aksi bir duruşla, Hakka ulaşmak için bir vasıta olması gereken akıl nimetini, Allah’ı red ve inkâr için acımasız bir silah gibi kullanmaya çalışıyorlar. Darvinler, Durkheimler bu konuda zurnanın zırt dediği yer mesabesindedirler. Onlardan önce niceleri inkâr yoluna saparak helâk olmuşlar. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı bunun ilk örneğini verenler de Mekkeli inkârcılardır.
Mekke dönemi surelerinden olan Müddessir Suresi’nde geçen “Ey örtüsüne bürünen, kalk artık uyar, sadece Rabbini yücelt” ilâhi emriyle, tebliğ görevine başlamış olan Peygamber (s.a.v.) müthiş bir müşrik muhalefetiyle karşılaşmıştır. Bu esnada Peygamber’e tavsiye edilen şeyse sadece “sabır”dır. (Müddessir, 74/1-2-3-7)
Ra’d suresinde geçen mesellerin bir kısmını, yüce Allah izin verirse gelecek haftaki yazımızda incelemeye çalışacağız.