Politika ve siyaset arasındaki fark, her münevverin bildiği bir konudur.
Buna girmeyeceğim.
Yaşı 70’i aşmış biri olarak izninizle bugünkü politika hakkında yorumda bulunmak istiyorum.
Öncelikle siyasette samimi olan siyasetçiler için Allahtan başarılar dilemek mümince bir iştir. Başarılı olurlarsa bize ancak sevinmek düşer.
Partilerin tamamında tek adamın canı istediği zaman yönettiği, istişare ve demokratik davranışlardan uzak olan yapıların yeni bir açılım göstermesi temel dileğimizdir.
Ayrıca politik bakımdan başarılı olmak; ya devlet hazinesinden büyük pay almakla, ya da dış bağlantıları olan mahfillerin desteği ile mümkün olduğu bir asırlık tecrübeyle sabittir.
Kanaatim odur ki önce birilerine zemin yoklatıyorlar, sonra müspet bir gelişme olursa hazıra konma stratejilerini devreye sokuyorlar. Bütün partilerde bu değişim gözlenmiştir. İstisnaları olabilirse de bu olay atasözünde çok güzel makes buluyor:
“Deliye geçit yoklatırlar.” Yani bir ırmak geçmek istendiği zaman suyun derin olup olmadığını anlamak için bir deliye ” haydi sen kahramansın, şu dereyi önce sen geç!” derler. Deli boğulursa geçmezler. Bir deliyi feda etmenin pek bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Geçebilirse oradan geçerek amaçlarına ulaşmış olurlar.
Partilere sahip olmak isteyenler genellikle bu stratejiyi seçerler.
Bendeniz, yaşı kemale ermiş bir kişi olarak çamur ortamı haline gelmiş politikaya girmeyi düşünmediğim için ilgi duymuyorum. Siyaset mübarek bir şeydir ama politika çamurdur. Sadece birbirini karalamak, yalan, iftira fitne ve fesat haline gelmiş, birinin ak dediğine o birinin kara dediği, benden sonrası tufan anlayışındaki muhteris politikacıların iktidar olmaları neye yarar? İktidarlar gelip geçicidir. Sonu mağlubiyet ve pişmanlıktan başka bir şey değildir. Kalıcı olan ilim, ahlak ve medeniyettir. Onlar kalıcıdır. O halde kalıcı olanı tercih etmek daha doğrudur.
Bir toplumda iyilerin sayısı çoğalmadıkça iktidar olmak bir netice vermez. Allah buyuruyor: “ Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez”. Hele hele küsurat partileri, iç bütünlüğünü bile koruyacak bir güçte değillerse toplumun birlik ve beraberliğini nasıl sağlayabilirler?
Elbette küçükten itibaren büyüme olur. Lakin söylem ve eylemleriyle sahasını genişletmek yerine kayığı iskeleye bağlı ve gece boyunca kürek çekip yol aldığını zanneden yolcuların gün ağardığında bir arpa boyu kadar yol almadıklarını görünce şaşıran insanlar gibi boşa kürek çekmenin pişmanlığında kalakalırlar.
Bin yıllık Anadolu medeniyeti iktidarların değil, gönüllerde taht kuran veli, âlim, arif gönül erleri ve şehitlerin eseridir.
Bu yaştan sonra bendeniz bu son cümlede ifade ettiğim bahtiyarların yolunu tercih ediyorum. Çünkü rabbim bana hesap gününde neden iktidar olmadın diye sormayacak. Hangi salih amelleri işledin diye soracak.
Oy vermeye gelince; oy vermek dini bir görev değil dünyevi maslahat için bir tercihtir. İdari anlamda milli bir görevdir. Zira Müslümanları (Türkiye bağlamında vatandaşları) idare edecek kişilerin zararlı kimseler olmasına engel olmak gerekir. Bunun da şartları şunlardır:
İdare etmede adil, müdebbir ve muktedir olma şartları:
-
Bir partinin, idare ve maslahatta zararlı olacağı bilinirse oy verilmez
-
Bir partinin idare ve maslahatta ne faydalı, ne de zararlı olduğu bilinirse yani nötr ise oy verilmez
-
Bir partinin idare ve maslahatta faydası zararından çok olduğu bilinirse yani ehven-i şer ise oy verilir.
Çünkü demokrasi, insan icadı olan en az zararlı yönetim biçimidir.
KIZMAZSANIZ
SİZE ESKİ BİR YAZIMDAN
BİR KESİT SUNAYIM
Vaktiyle siyaset hakkındaki görüşlerimi test etmek amacıyla zamanımızın ulamasından merhum bir zata şöyle bir soru yönelttim:
—Siyaset yapmalı mıyız?
—Eğer siyasetiniz Tavus gibi olursa yaparsınız; değilse dünyanıza da, ahretinize de zarar verirsiniz.
—Tavus kimdir, siyaseti nedir?
—Tavus, Tabiûn devrinin ulemasından olup Emevî yönetimini eleştiren, Hz. Ali ve evladına yapılan haksızlığı dile getiren bir İslam büyüğüdür. Bu nedenle Emevîler onu sevmezlerdi. Bakın onun nasıl bir siyaset izlediğine dair bir olay anlatayım.
Bir gün Emevî Halifesi Abdülmelik oğlu Hişam, binlerce kişi ile beraber Şam’dan çıkıp Hacca gidiyordu. Medine-i Münevvere’ye yaklaştığında Medine Valisinin emriyle karşılama töreni yapıldı. Hişam, sert bir yönetime sahip, astığı astık, kestiği kestik kabilinden gaddar bir hükümdardı. O, ihtişam ve debdebe ile Medine’ye girerken halk, onun ne gibi kötülükler yapacağı konusunda tedirgindi.
Hişam, Mescid-i Nebeviyeye gelip oturdu. Maiyeti ise etrafında ayakta durarak ihtiram içinde idiler. Hişam sordu:
—Medinede Sahabeden kimse var mı?
—Kimse kalmadı dediler.
—Peki, Tabiinden kimse var mı?
—Yok, dediler.
—Ulemadan kim var? Diye sordu.
—Tavus Var, dediler.
—Burada mı o?
—Hayır, o yaşlı bir adamdır. Evinde oturuyor, dediler.
Hişam kuşkulanmıştı. Onun, “Hz. Ali Evladı” taraftarı ve Emevî karşıtı olabileceğini düşünmüş olmalıydı. Kaşlarını çatıp sesini yükseltmişti:
—Beni herkes karşılamaya geliyor da o neden gelmiyor? Hemen gidin getirin! Diye emretti.
Gidip haber verdiler.
Tavus bin Keysan, bilerek karşılamaya gitmemişti. Durumun nezaketini anlamıştı. Gitmemesi halinde kendisine gelebilecek kötülüğü ve belki de canından olma ihtimalini düşündü. Mescidi Nebevî’yeye gitti. Hişam oturuyordu ve maiyetindekiler el pençe divan durmuşlardı. Hişam’ın yanına ilerleyerek;
—Selamun aleykum Hişam! Diyerek ayakkabılarını çıkardı ve Hişam’ın yanına pat diye oturdu.
Hişam, gördükleri karşısında öfkelendi. Fakat bu yapılanların nedenlerini de merak ediyordu. Öfkeli bir çehre ile uzun uzun süzdükten sonra:
—Tavus dedikleri sen misin?
—Evet efendim.
—Senin bu yaptıklarına karşılık kelleni hemen alırdım. Fakat sana üç sorum var. Bunların cevabını almadan olmaz.
-
Herkes bana “Ya Emir-el Mü’minîn” diye hitap eder; sen, sanki sokak arkadaşına hitap eder gibi “Selamun aleykum Hişam!” diyorsun.
-
Herkes ayakta dururken sen, izin bile almadan yanıma pat diye oturuyorsun.
-
Ayakkabılarını burnumun dibinde çıkarıyorsun. Demiyorsun ki bunlar, Halifeyi rahatsız eder. Bu ne saygısızlık? Bunların cevaplarını ver bakalım!
Tavus;
—Efendim, der. Bu hareketlerin hiç birinin sizi kızdırmaması lazımdır.
Birincisi, size “Selamün aleyküm Hişam!” dediğim, Kur’an üslubudur. Zira Allah Teâlâ kitabında düşmanlarını lakaplarıyla anar. Firavun der, Ebûleheb der. Ama dostlarını isimleriyle çağırır. “Ya İbrahim, Ya İsa, Ya Mûsa!” der. Ben de Allah’ın dostlarına hitap ettiği gibi sizi sadece isminizle selamladım.
İkincisi, Yanınıza neden izin almadan oturduğuma kızıyorsunuz. Ben “Hz. Ali Evladı” yoluyla Hz. Peygamberden bana ulaşan bir hadis biliyorum. Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Herhangi bir hükümdar kendisi oturur, maiyetini ayakta tutar. O, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Ben, sizin cehennemlik olmanızı istemediğim için yanınıza oturdum.
Üçüncüsü, ayakkabılarımı neden önünüzde çıkardığıma kızıyorsunuz. Ben, bunun yanlış bir iş olduğunu zannetmiyorum. Zira günde beş kez Allah’ın huzurunda namaz kılacağım vakit bunları çıkarıyorum. Cenabı Allah’ın bundan dolayı bana kızdığını zannetmiyorum. Bu nedenle siz de kızmamalısınız.
Verilen cevaplarla başı dönen Hişam;
—Çıkarın şu herifi karşımdan, bayılacağım şimdi! Der.
Böylece Tavus bin Keysan Hazretleri beladan uzaklaşmış olur.
Tavusun kullandığı ifadeler ayniyle doğru ve fakat ince bir siyaset de ifade ediyordu.
İlimsiz, samimiyetsiz, adaletsiz bir siyasetin fayda değil, hem sahibine hem de halka zarar vereceği izahtan varestedir.