Her şeyde bir hikmet aramak ve hayır ummak İslam’ın şiarındandır. Bu bakımdan hayat derslerle doludur... Derslerle dolu olan hayatı okumak insana kalıyor.
Hayatta öyle şeylerle karşılaşırız ki... Bunlardan bir kısmı hoşumuza gitmeyebilir. Oysaki o bizim için bir hayırdır. Karşılaştıklarımızdan bir kısmını da severiz, oysaki o bizim için bir kötülüktür. Bir şeyin hakkımızda iyi mi, kötü mü, hayır mı, şer mi olduğunu başlangıçta en iyi bilen Mevla’mızdır, biz bilemeyiz.
Gerçekten çoğumuzun hayatında böyle şeyler olmuştur. Vaktiyle istediğimiz gibi sonuçlanmayan bir olay daha sonra bizim lehimize sonuçlar doğurunca “o zaman şöyle olmasını istiyordum ya, iyi ki olmamış” deriz. Bu mucizeyi hemen her insan hayatında mutlaka görmüştür. Şöyle bir dikkatlice baktığımızda bunu fark edebiliriz.
İşte teftiş olayına da böyle bakmaya çalışıyoruz. Hac yolculuğu için hazırlıklarımızı sürdürdüğümüz günlerde idi. Öğle üzeri evimize giderken yolda bir tanıdıkla karşılaşıyoruz. Yanında birisi daha var. Tanıdık olanı, “Bolu Adliyesini teftiş için geldik, sizin burada olduğunuzu düşündük, burayı tercih etmemizin sebebi sizin burada olmanız” diyor. Başmüfettiş Hakkı Bey, fakülte yıllarından itibaren tanıdığım bir dost.
Hoş beşten sonra “Hemen sizin evraklara bakabiliriz” diyorlar. Ancak bir mazeretim sebebiyle eve gitmekte olduğumu söyleyerek izin isteyip, birazdan görüşmek üzere ayrılıyoruz.
Allah’a Nasıl Hesap Vereceğiz?
Eh! Teftiş işte... Neticede bir iki senelik evrakımıza bakacaklar. Millet namına devlet yapıyor bu denetimi. Hesabımızı kitabımızı, tam olarak tutmuşuz. Bile bile yanlış yapmamışız! Evet, ama yine de bir endişe, bir heyecan var içimizde. Ya bilmeden yaptıklarımız, dikkatimizden kaçan yanlışlarımız varsa? İşte bu gibi sorular heyecanlanmamıza sebep oluyor. Ve eminim hayatta teftiş gören her insan, müfettiş, arkadaşı da olsa mutlaka heyecan duymuştur. Evet, ya bir yanlışımız varsa? Ya bize ceza verirlerse? Mahcup olmak, hesap verememek, cezaya maruz kalmak, verilecek cezayı ödeyememek! “Hayat derslerle doludur” derken kastettiğimiz budur. Burada bir insana, bir topluma, nihayet bir devlete hesap verme söz konusudur. Bu durum bizi “Allaha hesap verme” düşüncesine götürüyor mu? İşte soru budur.
-Aman ya Rabbi! Ne büyüksün Allah’ım! İşte iki senenin hesabı bizi böyle düşündürüyor, böyle heyecanlandırıyor ve böyle endişelere sevk ediyor. Peki! Ya koskoca bir ömrün hesabını sana nasıl vereceğiz? Ya Rabbi!
Koca bir ömür deyip de geçmemek lazım. Doğduk, büyüdük, yaşadık ve öldük. Hepsi bu kadar mı? Bu çizginin içinde neler yok ki? Bebeklik, çocukluk, gençlik, yaşlılık!
Teftişe tabi tutulacağız. Hesaba çekileceğiz. Evvela ömrünü nerede harcadın? Nefsin, aklın, dinin, neslin, malın için ne yaptın? ‘Malım malım’ der durursun. Malını nasıl kazandın, nerede harcadın? Meşru kazanç yolları belli, sarf yolları belli. Meşru yollardan mı kazandın, meşru yerlerde mi harcadın? Yoksa aksini mi yaptın? Yapmamız gerekenlerle sakınmamız gerekenler Kur’an’la bildirilmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından tebliğ edilmiştir. Yapmamız gerekenleri ne nispette yaptık, sakınmamız gerekenlerden ne nispette sakındık?
İyi bir vatandaş, iyi bir insan, iyi bir Müslüman olmak için neler yaptık? Fakire, yetime, düşküne -ki memleketimizde ve dünyada milyarlarcası mevcut- karşı vazifelerimizi ne nispette yaptık?
Kötülerle ve kötülüklerle savaştık mı? Yoksa “bana ne, neme lazım, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mı dedik? Menfaatini gözetirken en ince ayrıntıyı gözden kaçırmayan insan; “kulluk vazifelerini hakkıyla yapabilmek için aynı hassasiyeti gösterdin mi, rahatından taviz verdin mi, bu yolda hangi uğraşların, hangi çabaların içinde oldun? Uyarıcı gönderdim, bildiri sundum, yol yordam gösterdim, peygamber bu yolda nasıl yürüyeceğini tecrübeleriyle gösterdi. Bütün bunların gereklerini yaptın mı? Haydi ver hesabını” diyecek Rabbimiz.
Soru listesini uzatmamız mümkün. “Kendimiz için ne yaptık, her gün kendimizi aşmak için ne yaptık ve Allah için ne yaptık?”
Ya Rabbi! Rahimsin, kerimsin, bağışlayıcısın, esirgeyicisin. Bizlere kendimizi idrak ettirmeyi nasip et!
Ya Rabbi! Bilerek işlediğimiz günahlarımız yok mu? Var... Bilmeden işlediğimiz günahlar yok mu? Çook...
Ya Rabbi! Verdiğin bunca nimete karşı şükrümüz az, bunun mazereti yok! Emir ve yasaklarına hakkıyla uyabildiğimizi söyleyecek mevkide değiliz. Sana hakkıyla kulluk yapamadık. Bunun da mazereti yok, tevili yok. Aynen babamız Hz. Adem (as.)’ın duasıyla dua ediyoruz... Nefislerimize aldandık. Bizlere yanlışlarımızdan dönmeyi, doğru yola yönelmeyi nasip et! Bizleri bağışla Ya Rabbi!
Hz. Peygamber bile, Allah’a yürürken adeta beraat senedi alır insanlardan. Dikkat edelim, o herhangi bir insan değildir. Bütün âlemlere, bütün insanlığa gönderilmiş Allah’ın en son elçisidir. En yeni, en modern dinin tebliğcisidir. Şöyle sorar:
- Vazifemi yaptım mı?
- Yaptınız ya Resulallah! Bunun üzerine üç defa:
- Şahid ol Ya Rabb, şahid ol Ya Rab, der.
O halde Peygamber (s.a.v.)’in sorusu, Mü’minin de sorusu olmalı; vazifemi yaptım mı, vazifelerimizi yaptık mı?