Zifiri karanlık...korkunç bir kar fırtınası, kış kıyamet kâbus gibi çöktmüş Kafkaslara.
İşte bu kış kıyametin yeri göğü inlettiği, vahşi kurt ulumalarının yürekleri titrettiği o gece…
Stalin canisi şeytani planını tatbike koyuyor:
Bütün Türk ve Müslüman halkı Orta Asya’nın ücra çöllerine sürüp yok etmek…
Amacı, bu kış kıyamette daha sürgün yerine varamadan insancıklar yollarda kırılsın.
Bu gece de sıra KaraçayTürklerinde…
Bütün köyler Moskof askerlerince kuşatılmış.
Galû Belâ’dan beri bu soğuk, bu karlı dağları, toyları, cırları ve sımsıcak yürekleriyle yurt yapan temiz kalpli “Ullu Karaçay” halkı hayvan vagonlarına tıkıştırlmak için süngülerle, dipçiklerle, yaka paça götürülüyor.
Kadın, çocuk, hasta, ihtiyar ayırdetmeksizin…
Ortalık anababa günü...
Ne olduğunu anlayamadan bu duruma karşı duran dağlıların cesetleriyle dolu her yan.
Ağlamalar, inlemeler, feryatlar gecenin karanlığına gömülmüş sağır ve dilsiz dağlarda, vadilerde yankılanıyor.
İmdat çığlıklarına tek ses veren, yine kendi çaresiz sesleri…
*
Bu ölümcül darbeyle Ullu Karaçay can çekişiyor.
Zirveleri gökyüzünü delip yıldızlara uzanan Mingi Tav’ın* da başına kara bulutlar çökmüş.
Yaz kış demeden, bulutları delen karlı zirveleriyle beli kamalı, mağrur bir Karaçay delikanlısı gibi dimdik duran Mingi Tav bile bu gece kahrından sislere bürünmüş. Bir ölü gözü gibi uzak ve donuk bakıyor. O da çaresiz, o da suskun…
Adına sürgün diyorlar.
Ne sürgünü?
Tam tamına bir soykırım...
Hesabı henüz sorulmamış bir soykırım.
*
“Karaçay…”
Bu sözcüğü ne zaman duysam Anam ve Zeliha teyzem düşer yâdıma.
Onlar bu sürgün faciası öncesi, Çar zulmüyle Anadolu’ya göçen kafilelerden…
Yerleşmek için Eskişehir’i tercih etmişler.
Yaşayacakları yer öyle olsun istemişler ki, Kafkas ve Karaçay’ın ormanları ve iklimine benzesin.
Önce Yazılıkaya’ya yerleşmişler.
Bir kısmı orada kalmış, Anam tarafı bu günkü Akhisar Köyü’ne iskân olmuşlar.
*
Kader bu…
Bir zaman sonra Afyon’a, İsmail Köyü’ne önce Zeliha teyzem gelin gider.
Ardından da Anam...
Ayrılık acısı yüreklerinde yeniden kor olur.
Başka coğrafyaların, başka iklimlerin çiçeği bu iki Karaçay kızı İsmail Köyü’nde kafesini yadırgıyan iki kuş gibidir.
Onlar için bu, adına “gelin olmak” denen ikinci bir sürgündür.
O yüzden, köy hayatının hayhuyundan ne zaman birazcık boş kalsalar hemen bir araya gelir, başbaşa verirlerdi.
Hele de karlı, fırtınalı, kurt ulumalı uzun kış gecelerinde…
Her akşam Anam beni sırtına alır, teyzemin dizboyu kar altındaki basık damlı evine giderdik.
Kütüklerin çıtırdayarak yandığı ocağın bir yanına teyzem, bir yanına anam oturur, ben de anamın kucağına kurulurdum.
Çocuksu rüyâlarımı süsleyen peri masallarından biri daha başlıyacakmış gibi teyzemin ışıklı gözlerine sokulurdum.
İsli kandilin hareli ışığında abla-kardeş, kaybedilmiş nice güzel zamanları yakalamak istercesine Kafkasya’nın, Karaçay’ın düşle gerçek arası hayâllerine dalar giderlerdi. Böyle anlarda her ikisinin de gözleri buğulu olurdu.
Anam küçükken geldiği için, oraya dair hatıralar daha çok teyzemdeydi. Konuşurlarken, hayâl ve hatıraların çok gerilerde kalmış güzelliği yüzlerinde şavkır, bal rengi gözlerinde güneşi yakmayan, yeşili üşütmeyen, serin orman vadilerinin dayanılmaz özlemini görürdüm.
Zeliha teyzem Karaçay şivesiyle anlatır da anlatırdı.
Anlattıkları, masalsı bir filmin kareleri gibi etkiler bırakıyordu çocuk belleğimde.
- Ah güzel kızım ah! Yurdumuz Karaçay, yurt değil bir cennetti…Akşamları kuzu melemeleriyle uyuyup, sabahları horoz sesleriyle uyanırdık. Sabahın buğusu güneşin baygın tonuna dönerken gıcırtılı kapılar açılır, güneşin kokusu eşiklerden girerdi. Gün tepeye dikilirken, başlarında hıçın* tepsileri, ellerinde ayran bakraçları, dillerinde Cır’lar, Karaçay kızları görünürdü yayla yollarında. Kekik kokulu rüzgâr, dağ yamaçlarından, uzak ağıllardan, engin ve yüksek yaylalardan Karaçay çobanlarının sert ve kıvrak türküleriyle at kişnemelerini getirirdi.
Hele geceleri… Yıldız yıldız nakışlanırdı Mingi Tav’ın zirveleri. Masal perilerinin tılsımlı sopası mı değerdi ne, bir büyülü âlem olurdu ki inanılmaz. Hele mehtaplı gecelerde Mingi Tav’ın, bir yıldızın bakışlarına vurulup sarı uzun saçlarına sarıldığı bile olurdu. Mutlu ve güven verici bu sesler boy boy ateşlerle bir Toy’a* dönüşürdü.
Karaçay delikanlılarının destansı hayatlarıyla bütünleşen yurtseverlikleri, savaş alanlarını toya çeviren korkusuzlukları, dört nala giden atların kişnemelerine karışan toynak sesleri bize gurur, bize huzur verirdi.
Köyümüzün tepesine tünemiş uğursuz baykuş, bu seslerden ürker, felaket habercisi sesini alır, karanlık derelere kaçar kaybolurdu.
Ne acı ki, kimselerin bilmediği karanlık kovuğundan uğursuz sesiyle önce o baykuş çıkageldi.
Ardından da lanet Moskof…
Karlı, karanlık uzun göç yolları kaderimizdi artık. Ata-dedelerimizden yadigâr nice mahzun ocakları, sevdiklerimizin sahipsiz mezarlarını, bu dağlar, bu vadiler, bu ırmaklar için söylenmiş cır’ları, bulutlara asılı kalmış ezan seslerini yüreklerimiz yana yana terk ettik. Gözyaşlarımızı azık yapıp, kefensiz ölülerimizi yabancı topraklara göme göme geldik buralara.
Hepsi hâyâl oldu be güzel kızım; canımız cennetimiz, hepsi rüyâ oldu. Bu dünyada senle bana ise yakıcı bir hasret kaldı.
Kavuşması mahşere kalmış kan kırmızısı bir hasret…
*
Sözü tükenir miydi ne, iplik iplik sızan gözyaşlarını oyalı yazamasının ucuna sile sile, hüzünlü ve titrek sesiyle en sevdiği Cır’ını terennüme başlardı; Mingi Tav’ı...
“Ey karlı miyikleri
Kökleni teşgen Mingi Tav
Kaldım tış ellede
Kaldım karangılada
Ah cel bolup eselgeyedim dudey miyiklerinden
Ah sel bolup tüşelgeyedim ceşil eteklerinden
Ah bir çolpan culduz bolgeyedim
Har keçe
Caşırtın
Karayalgayedim sanga bulutları arasından
Közümde cılamuk mu boluredi
Ayrılmagayedim senden
Eşittirmiyedim bu açını terenden
Mingi Tav
Cuklatalmaydı otumu
Bılaylanı karı buzu
Bir kesek başını iy de
Ne bolluktu
Cuklat, sakınlat mangılayıma tiy de
Manga cettiresgen celge berip iyisini
Çıgar öpkemden bu tansıklık mizini
Alay tüyül ese
Bayrı seni taşından bolsun kabır taşım
Ve kesinden kesçin ahırsızca bu kıyavlu başım”
*
(Türkiye Türkçesi)
“Ey karlı dorukları
Gökleri delen Mingi Tav
Kaldım yaban ellerde
Kaldım karanlıklarda
Ah yel olup esebilseydim yüce doruklarından
Ah sel olup inebilseydim yeşli eteklerinden
Ah bir Çobanyıldız’ı olsaydım
Her gece
Gizlice
Bulutların arasından gözleyebilseydim seni
Gözümde yaş mı olurdu?
Ayrılmasaydım senden
Duyar mıydım bu acıyı derinden?
Mingi Tav!
Söndüremiyor ateşimi
Buraların karı buzu
Biraz başını eğerek
Ne olur
Söndür serinlet alnıma değerek
Bana ilet esen yele vererek kokunu
Çıkar ciğerimden bu hasret okunu
Değilse…
Bari senin taşından olsun mezar taşım
Kendinden geçsin ebediyen bu dertli başım”
*
Eskişehir’de göreve başladıktan bir süre sonra idi…
Yıllardan beri yüreğimde kımıldanıp duran bir şey beni gayriihtiyari Anamın Köyü’ne, Akhisar’a doğru sürükledi. Sanki oraya varırsam anamı ve teyzemi bulacakmışım gibi…
Seyigazi’yi geçer geçmez ayıktım. Ben nasıl bir hayalin peşinden gidiyordum ki..?
Biliyordum ki onlar, İsmail Köyü’ndeki toprak damlı o kerpiç evin gıcırtılı kapılarının gerisinde; kuytu da kalmış o yaşlı iğde ağacının gizli kokusunda ve her ilkbahar mor-beyaz renkleriyle açan o haşhaş çiçeklerinin ıslak ve hüzünlü gülüşlerinde kaldılar.
Öyleyse nerede aramalıydım onları?
Akhisar Köyünde mi?
Yoksa, silik hatıraları yüreğimde bir çığlık, bir bozlak, bir ağıt gibi hâlâ yankılanıp duran içimin çook uzak gurbetinde mi?
***
*Mingi Tav: Karaçay Türkleri’nin ulu ve kutsal saydığı, coğrafyadaki adıyla Elburuz Dağı.
*Toy: Düğün, eğlence.
*Hıçın: Karaçay Türkleri’ne mahsus börek.