Hz. Peygamber görevini şöyle açıklamıştır: “Ben ancak, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Hadis) Hz. Peygamber bir insan. O bir aile reisi, bir eş. İlk eşi Hz. Hatice validemiz bir vesile ile -ki Hira Dağı'nda Cebrail ile ilk karşılaştığında heyecanlanmış, korkmuştu- onu teselli ederken, aynı zamanda ahlâkını da özetlemişti: “Allah'a yemin ederim ki, hiç bir vakit, Allah seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın. Borçluların borçlarını verirsin. Fakirlere yardım edersin. Misafirleri ağırlarsın. Doğruları desteklersin. Muhtaçların ihtiyacını hafifletirsin” demişti.
Hz. Aişe validemiz de -yine bir eş olarak- Hz. Peygamber’in hâl ve şanı hakkında kendisine sorulan suale: “Rasulullah'ın ahlâkı; Kur'an'dır" cevabını vermiştir.
Bir gün, kendisini ziyaret eden bir adam, Hz. Peygamber’in sözlerini dinledikten sonra: “Allah’ın ve sizin istediğiniz olur!” deyince Hz, Peygamber hemen: “Sen Allah’a şerik (ortak) koşuyorsun! Yalnız Allah’ın istediği olur, de!” ihtarıyla adamın sözünü düzeltir.
HZ. MUHAMMED (S.A.V.) İNSANLIĞA NELER GETİRDİ?
Biraz yukarıda “içinizde sizden bir peygamber gönderdik, sizi temizliyor” mealinde bir âyet-i kerime (2/151)’den bahsetmiştik. Bu nasıl bir peygamberdi ve yaptığı ne gibi bir temizlikti? Bunu en iyi Ca’fer Tayyar (R.A.)’ın savunmasında görmemiz mümkün,
İlk Müslümanlardan bir bölümü, Mekkeli müşriklerin aşırı baskı ve zulümlerine dayanamayınca Ca’fer Tayyar başkanlığında ikinci defa Habeş iline göç etmek zorunda kalırlar. Mekkeli müşrikler bir türlü putperestlik davasından vazgeçmiyorlar ve Müslümanlığın yayılmasını istemiyorlardı. Bu sebeple onları Habeş ilinde de rahat bırakmak istemezler ve bir heyet göndererek Habeş Hükümdarı Adhame’den Müslümanları geri isterler. İşte bu sırada hükümdarın huzurunda yapılan heyecanlı bir duruşmada Ca’fer Tayyar, İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in kendilerine ne getirdiğini ve önceki durumlarını açıklayan bir konuşma yapar:
“Ey Emir! diye savunma için söz istedi. Biz cahil bir kavim idik. Taştan ağaçtan yapılmış putlara “ilâh” diye tapınırdık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Kumar oynar, faizcilik (Tefecilik) yapardık. Zinayı, bir kadının birkaç erkekle münasebette bulunmasını hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler, zayıf olanları ezer, zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda hak nedir bilinmezdi. (Aynen günümüzdeki gibiymiş. Hatta günümüzde daha da fazla.)
Yüce Allah, bizim ıslahımızı diledi. İçimizden bir peygamber çıktı. Asaleti vardı. Soyu temiz, kabilesi temizdi. Kendisini doğrulukla tanıtmıştı. Bizi Allah’ın birliğine çağırdı. İbadet etmeyi gösterdi... Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Kan dökmeyi, kumar oynamayı, içkiyi, faizciliği, yalancılığı, yetimlerin mallarına dokunmayı yasak eyledi. Bütün iyilikleri öğretti. Doğruluğu, sözünde durmayı, komşulara, akrabaya iyi muamele yapılmasını, kadınların şerefini, kız çocuklarının hayatını kurtarmayı emretti. Bizi vahşetten kurtardı, medeniyete soktu. İyi bir insan olmamızı sağladı. Biz de ona inandık. Yolunda gidiyoruz. Bu sebepten, Kureyşlerin düşmanlığını kazandık. Çeşitli işkencelere uğradık, dayanamadık. Fakat dinimizden de dönmek istemedik. Peygamberimizden izin aldık. Hükümdarlar arasında sizi seçtik. Yurdunuzda zulme uğramayacağımızı umarak himayenize sığındık.” diyerek sözünü bitirdi. Kur’ân’ı Kerim’den de bazı âyetler okudu.
TEMİZ İNANÇ=TEMİZ TOPLUM
İşte peygamber’in getirdikleri ve işte temizledikleri. Ve işte "Temiz Toplum" harekâtı. İnsanlar inanılması gereken şeylere inanmadıkça temiz falan olmuyorlar, söylenenler lâfta kalıyor.
Ca’fer’in bu ateşli konuşması, herkesi heyecana getirmiş ve ağlatmıştı. Bunları dikkatle dinleyen Habeş hükümdarı da:
“Allah’a yemin ederim ki, bu sözler Hz. Musâ’ya ve Hz. İsa’ya inen vahiylerin kaynağındandır” der ve Mekkeli Müşriklerin resmî tekliflerini reddeder.
Bir başka âyet-i kerime (Kehf, 18/110)’den daha bahsetmiştik:
“De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim...”
Bu âyet-i kerime ile Hz. Muhammed’in bir insan olduğu, ancak İlâhî vahye nail, insanları Allah’ın birliğine ve yalnız O’na inanmaya davete memur bir peygamber olduğu haber veriliyor.
Ey kadri yüksek Peygamber: “İnsanlara (de ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim) ben de Cenab-ı Hakk’ın bütün kelimelerini tam olarak kavrayamam, olmayan bir şeyi icada, gaybı ihbara kadir değilim, ben böyle bir iddiada bulunamam, Rabbim bana neyi bildirirse, neyi emreder ve neyi yasaklarsa ben ancak onları bilirim.”
İşte âyet-i kerime ile Peygamber’in durumu.
Gerçekten Hz. peygamber, o fevkalâde seçkin yaratılışın kendi zatıyla ilgili olmadığını her fırsatta insanlara duyurmuş, bununla gurur duyup insanlara çalım satmamış, pozlara bürünüp o kudret ile insanlardan dünya istifadeleri istememiş, son derecede tevazu içinde "Ben Allah’ın bir kulu ve elçisiyim" demiştir. Gözünü kırpmadan yaptığı tebligata karşılık Mekkelilerden istediği tek şey ise "akrabalık sevgisi”dir. İnsanların Allah’a inanması, temizlenmesi ve ahlâken güzelleşmesi.
BABADAN YETİM-ANNEDEN ÖKSÜZ
Bunları temin için nelere katlanmış, niçin katlanmıştı? Kısaca bir görmeye, anlamaya çalışalım. Hele bir okuyalım, hele bir dinleyelim.
Hazreti Muhammed (s.a.v.) babasız olarak dünyaya geldi, babasını göremedi. Çünkü doğumundan iki ay önce babası Abdullah vefat etmişti. Mekke’de saygı gören, fakat nispeten yoksul Kureyşli bir ailenin çocuğu idi. Nitekim böyle olduğunu, peygamberlik döneminde geçen şöyle bir olaydan rahatlıkla anlıyoruz.
Adamın biri bir gün kendisini ziyarete gelmiş, ancak vakarı ve heybeti karşısında titremeye başlamıştı. Adamın bu halini gören Hz. Peygamber:
“Arkadaş! Titreme. Ben bir melik (hükümdar) değilim. Ben Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” demişti.
Annesi Amine’nin Medine’de akrabaları vardı. Hem onları ziyaret etmek, hem de yetim çocuğa yüzünü görmek nasib olmadığı babasının mezarını ziyaret ettirmek maksadıyla Medine’ye bir seyahat yaptı. Hz. Muhammed o zaman altı yaşında idi. Babasının mezarının başucunda masum tavrıyla dururken, körpe dimağında yeni intibalar uyandı, bir kere daha hayatında bir şeyin eksik olduğunu hissetti, babadan yetim kaldığını anladı.
(Not: Babanın bir çocuk için ne anlama geldiğini, bir ay süren Hac yolculuğunun sonunda evime geldiğimde, üç yaşındaki kızımın, yokluğumda içine düştüğü (stres) ruh halinden daha iyi anladığımı düşünüyorum.)
Ali Himmet Berki ve Osman Keskioğlu'nun müştereken hazırladıkları "Hazreti Muhammed ve Hayatı" isimli eserden takip edelim:
"Misafirlik sona ermiş, artık Mekke'ye dönüyorlardı. Annesiyle yetim çocuğu ve bir de hizmetçileri Ümmü Eymen'i taşıyan küçük kafile, kızgın çölleri aşarak bir akşam üzeri güneş batarken, Medine'nin yirmi üç mil güneyine düşen Ebvâ köyüne gelmişti. O akşam o köyde kaldılar. Fakat anne şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Belki son dakikalarını sezer gibi olmuştu. Baba öksüzü olan ciğerparesini yanı başına oturttu. Şefkat dolu gözlerle onu baştan ayağa bir süzdü. Bu bakışlarda neler okunuyordu neler! Oğlunu öptü, yüzünü gözünü kokladı. Parçalanan bağrına basarak analığın bütün hararet ve şefkatiyle onu okşadı. Bu anne, kalbinin bütün şefkatini yavrusuna sarmak, ruhunun bütün hassasiyetini ona vermek istiyordu. İçinden neler geçiyordu, ruhunda ne fırtınalar kopuyordu. Daha ana karnında iken babasını kaybeden bu yavrucak, şimdi de anneden mi mahrum kalacaktı? Anne bu acıyı hisseder gibi oldu ve oğlunun yüzüne tekrar baktı. Bir daha göremeyeceği biricik oğlunun masum yüzüne baka baka genç anne şu manada bir şiiri okudu:
"Her yeni eskiyecek ve her şey fena bulacaktır.
Ben de öleceğim, fakat gam yemem, temiz bir çocuk
Doğurdum, dünyaya bir büyük hayır bırakıyorum.”
Bu sözlerden sonra gözlerini bu fâni hayata kapadı. Ümmü Eymen çocuğu alarak Mekke'ye döndü." (Sayfa:31-32)