150 yıl öncelerde, Osmanlı'nın son dönemindeki Servet-i Funûn edebiyat akımının içinde yer alan Recâizâde Ekrem'in, 'Araba Sevdası' adında ve 1890'larda yayınlanan bir romanı vardı. O zamanlar alman mühendislerinden Gottlieb Daimler ve Karl Benz gibi isimler otomobil üzerinde yeni çalışıyorlardı. İlk otomobiller de piyasaya 1890'larda sürülmüştü.
Ama ondan önce de, o dönemin fayton gibi atlı arabaları bile lüks hayat için elverişli şekillere getirildiğinden, 'Araba Sevdâsı'nda, gösteriş düşkünü ve alafranga meraklısı, köksüz, müsrif tiplerle alay ediliyordu. Romanın kahramanı, bir paşanın oğlu olan yirmi beş yaşlarındaki Bihruz Bey olup, onun, babasının ölümü ile büyük bir servete konması, mirasyedilik hayatının gösteriş merakı, lüks arabasıyla mesire yerlerinde görünmesi, Fransızca konuşarak bir ayrıcalık sergilemesi gibi gülünç halleri anlatılıyordu. Ama, Bihruz Bey'in tükenmez zannettiği serveti sonunda tükenmiş, hatta çok sevdiği arabasını bile satmak zorunda kalmıştır. Hele, Bihruz Bey'in Fransızca hocası Mösyö Pierre'in, bu, 'ne oldum delisi'nin elinde ne varsa onları bir şekilde alması, Avrupa sömürgeciliğine örnek olarak gösteriliyordu.
Ama, bu yazıda anlatılmak istenen, öyle bir 'araba sevdâsı' o değil, dünyadaki teknolojik gelişmelerden geri kalmamak mücadelemizdir.
120 sene öncelerde Henri Ford, ürettiği ve krallara, sultanlara sunulacak lüks arabalarından birini de Sultan Abdulhamîd'e hediye eder, ama, yaşadığı çağı okumak açısından son 300 yıl içindeki devlet başkanlarımızın en ileri isimlerinden olan Sultan Abdulhamîd'in, 'Biz bu motoru kendimiz yapmadan bu arabaya binersek, onların pazarı oluruz..' gerekçesiyle o arabaya binmediği söylenmiştir. Çünkü, Padişah kullanmaya başladığında, sadrâzam ve nâzırlar, paşalar ve diğerleri de kullanmaya başlayacaklardı.
Ama, 2. Meşrutiyet çalkantıları içinde Avrupa malı olan her şeye yöneliş, daha bir önlenemez hale gelmiş, halkın kademe kademe her kesimine yansımıştı.
Evet, savaşlarda yenilmiş bir devletin enkazı üzerinde, elde kalan Anadolu harabe halindeydi, ama, bu tek başına mazeret değildi. Çünkü, aynı durumu, iki Dünya Savaşı'ndan da en ağır şekilde çıkmış olan Almanya ve kezâ Japonya da yaşamıştı, ama, onlar yeniden ayağa kalkmıştı. Biz ise, şeker ve bira fabrikaları ve bir demir-çelik fabrikasıyla, biraz demiryolu döşenmesi dışında doğru dürüst bir şey yapamıyorduk. Gelişme merhalesindeki Uçak sanayii ise, içerden baltalanıyordu. Çünkü, halkımız, gardrob devrimleri ve diğer mâlûm devrim hecmeleriyle, sosyal hâfızamızın DNA'sıyla oynanması demek olan totaliter müdahaleler ve dârağaçlarıyla 'adam edilecek'ti.