Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu böyledir. Hiç bir dava adamının, hiçbir inanç adamının geçtiği yollara halılar serilmemiş, çiçekler atılmamıştır. İstisnasız hemen hepsi davalarına "yaşa, varol, nurol” sesleriyle değil, "kahrol" çığlıkları arasında yürümüştür. Akla hayale gelmedik tuzaklar, engeller, dikenli yollar, hapisler, zindanlar... Uykusuz geceler, çileler, işkenceler, dur durak bilmez çabalar, istirahat tanımaz uğraşlar... Gözyaşı, ter ve kan! Nice dava ve fikir adamı vardır ki, davaları, hayatlarına malolmuştur. Mesela “Dünya dönüyor!” dediği için başına gelen kalmamıştır Galile’nin.
Bütün peygamberler böyle... Hz. İsa, Hz. Musa ve nihayet Hz. Muhammed (s.a.v.).
Tâif dönüşünden bahsediyorduk. Hz. Peygamber yaralıdır, yorgundur, bedenen bitkindir, manen değil. Tâiflilerin takibinden, pek uzak sayılmayan akrabasından Utbe b. Rebia ile biraderi Şeybe’ye ait bir bağa sığınır. Orada biraz dinlenir, uğradığı fecî muameleden dolayı fevkalade müteessirdir ancak o kimseye beddua etmemektedir.
Vay! Birisi bize fena muamele yapacak, kötü söz söyleyecek, bedenimizde yara bere açacak da biz ona fazlasıyla, hiç olmazsa misliyle mukabelede bulunmayacağız ha! Elimizden gelse boğarız bile… Ama yanlış olan bizimkisi, doğru olan Efendimizinki. Örnek alınması gereken O. Yunus öyle yaklaşır olaylara, ne güzel örnek almıştır Efendimizi: "Döğene elsiz gerek, söğene dilsiz gerek."
Hz. Peygamber (s.a.v.) kimseye beddua etmemektedir. Gölgesinde oturduğu çardağın altında ellerini kaldırır Yüce Allah’a şu hazin dua ile yalvarır:
"İlâhî! Kuvvetimin za’fa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arz ederim. Ancak Sana şekva ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi! Herkesin zayıf görüp de dalına bindiği bîçarelerin Rabbı Sensin. İlâhî! Huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Fakat Senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlâhi! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına duçar olmaktan Senin nur-i vechine sığınırım. O nura ki, bütün karanlıkları parıl parıl parlatır. O nura ki, dünya ve ahiret işlerinin ıslahı yalnız ona vabestedir. İlâhî! Sen razı olasıya kadar, işte affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, Yâ Rabbi!"
Bir yazarın dediği gibi, bu kadar fecî şartlar içinde, bu kadar yüksek duygulu bir ruhun temizliğini takdir etmeyecek hassas bir kalb bulunabilir mi? Bir yalancı davacının müthiş işkencelere uğradıktan sonra, bu kadar asîl duygulara tercüman olması tasavvur edilebilir mi?
Efendimiz, Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak olduktan sonra, başına gelen felâketlerin bir hiç olduğunu söylüyor... İşte O’nu tek başına zafere, medenî bir toplum inşasına götüren sır. "Allah’a metin iman. İlâhî iradeye yüksek bağlanış...”
Burada şunu ifade etmeden geçemeyeceğiz. Cenab-ı Allah, Hz, Peygamber’e hiç bir zaman bizim anladığımız manada "torpil” geçmemiştir. Peygamber’e, teslimiyetine ve İlâhî iradeye yüksek bağlanışına paralel olarak gösterdiği çabanın, amelinin karşılığını vermiştir. Ancak Cenab-ı Allah dilediğine kat kat vermeye de kadirdir. Ki, onu da vermiştir şüphesiz.
Bu bahsin başında bir âyet-i kerimeden bahsetmiştik: ”0 halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin,” (Bakara, 2/152) Cenab-ı Allah, "dinine yardım edene yardım edeceğini" vadediyor.
Biz Allah’a gerçekten teslim olduk, O’nu gerçekten andık da mı Cenab-ı Allah bizi anmadı, bize yardım etmedi? (Haşa) Allah vaadinden dönücü değildir.
MEKKE’YE DÖNÜŞÜ
Hz. Peygamber’in çektiği çileler, maruz kaldığı sıkıntılar burada saymakla bitip tükenmeyecek kadar çoktur. Nitekim Taif dönüşünde Hira dağına çıkmış, Adiyy oğlu Mut’im’e haber yollayarak, silahlı koruma ile gece vakti Mekke’ye girmiştir. Müslüman olmayan Mut’im, Arap usulünce himayesine aldığı misafirini korumaya mecburdu. (Zamanımızda böyle düşman da kalmadı.) Oğullarını silahlandırarak Efendimizi Hira’dan alıp Mekke’ye getirir. Peygamberimiz, Ka’be’yi tavaf edip namaz kılarken Ebu Cehil görünce, Mut’im’e sorar:
-Himayende mi? Yoksa arkandan mı geliyor?
Mut’im himayesinde olduğunu söyleyince Ebu Cehil ses çıkarmaz. Müslümanlar, Mut’im’in bu iyiliğini hiç bir zaman unutmamışlardır. Mut’im Bedir Harbi’inde müşrik olarak ölmüştür.