Yüce Allah, iyi ve güzel iş işleyenleri ahiret yurdunda cennetine koyacağını vadediyor. Allah vadinden asla caymaz.
Ya Rabbi! Kötü işlerden sakındırarak bizi özendirdiğin o cennet nasıl bir yerdir? Biz cenneti bilmiyoruz, çünkü görmedik. Evet, görmedik. Fakat Yüce Allah, merhametinin eseri olarak anlamamızı kolaylaştıracak misaller koyuyor önümüze. Sözgelimi, rüzgâra karşı dayanıksız, soğuğa ve sıcağa karşı korunaksız örümcek evi çürük eve misaldir. Çürük zemine kondurulup depremde yıkılan çürük bina da öyledir.
“Türlü türlü meyvelerin” hazır olduğu, “altlarından ırmaklar akan cennet bahçeleri” buyurulduğu vakit, cennet hakkında zihin dünyamızda bir kıpırdanma oluyor. Demek ki cennet, bahçe gibi, yani şu ruha ve gönle huzur veren bizim bahçe benzeri bir yer. Düşününüz, içinde öyle çok değil, şöyle iki parmak kalınlığında suyu akan bir bahçeniz olsa. Rengârenk çiçekleriyle, birbiriyle yarışıp karışan türlü kokularıyla… Her biri ayrı ayrı zamanlarda olgunlaşan, tatlısıyla, ekşilisi, acılısıyla türlü türlü meyveler, sebzeler… Ne şahane olurdu!
BAKARKEN GÖREBİLMEK
Otobüsümüz Kemaliye’den ayrılıp kıvrıla kıvrıla akan Karasu’ya paralel yapılmış yollardan Munzur dağlarına doğru tırmanırken, ayağa kalkmış olarak sağlı sollu vadiyi seyrettim. (5 Eylül 2022) Dağın aşağı eteklerinde bağımsız tepeler üzerinde kurulu birkaç ev dikkatimi çekti. Vadinin en dip yerinde Karasu, her taraf yemyeşil. Düşününüz, Karasu’yu coşturan yağmur ayrı manzara; kar yağışı ayrı manzara, karlar eriyip suların coşması ayrı manzara; vadiye sis çöktüğünde, yüksek tepelerden kendinizi bembeyaz bulutlar üstünde kuş gibi hissediyorsunuz ki, bambaşka bir manzara. İlkbaharla birlikte uyanan ağaçlar, yeşeren otlar, envai türlü kokularıyla rengârenk çiçekler, hepsi ayrı bir manzara. Hani anlatılmaz, yaşanır derler ya! Hah! İşte tam da öyle bir şey!
İsterdim ki, bembeyaz karlar altında o tepelerden birinde bulunan evimin bacası tüterken, çok fonksiyonlu soba –kuzine- üstünde kestane közleyeyim, fırınına patates atayım, bir köşesinde çaydanlık ve demlik, diğer köşede güğüm içinde sıcak su; bir de mırıl mırıl sobanın sıcağına kendini yaslamış bir kedim olsaydı. Pencere önündeki masamda kitap okumak isterdim.
Bütün bunları düşünürken ister istemez, “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” mısraları döküldü dilimden. Başta adıyla müsemma Zarife Hanım olmak üzere, yan koltuktaki arkadaşlarımız içtenlikle dinleyince sesimi biraz yükselttim. Ön koltuk, arka koltuk derken, bütün arkadaşlarımız dinlemek istediler. Elimde mikrofon, o an içimden geldiği gibi söyledim. Safahat’tan bazı mısralar ve İstiklâl Marşı’nın birkaç beytinden sonra; “Sanma ki kahraman ecdadın hep yatar uyurdu / Öyle olsaydı nerden bulacaktın eldeki yurdu? / Üç kıtada yer yer hâlâ kanayan izleri şahid / Bir gün olsun dinlenmedi o kahraman nesl-i mücâhid” dizelerini okudum.
İstanbul’dan kalkan kahraman ordu, 1630’lu yıllarda Bağdad’ı İran’ın elinden kurtarmaya giderken buralardan, Çemişgezek’ten geçmişti. Tek kelimeyle gerçekten cennet vatan. Lâkin sel ve deprem örneklerinde olduğu gibi onu yaşanmaz hale getiren ne yazık ki gene biziz.