1970 li yıllarda iyi arkadaştılar. Neredeyse yarım yüzyıldır birbirlerini tanıyorlar ve aynı idealleri savunuyorlardı. O yıllarda bir gençlik organizasyonun üyesiydiler. Ülkenin geri kalmışlığını kendilerine dert etmişlerdi. Dindardılar ancak dinci değillerdi. Milli konularda duyarlıydılar. Bağlı oldukları hareketin lideri kendinizi kayadan atın dese atacak kadar da saftılar. Daha sonra mensubu oldukları gruptan gördükleri lider zaafı ve idealistliğin bittiği gerekçeleriyle, değişik yıllarda kopup yollarını ayırmışlardı. Birey olarak kimliklerini kaybetmeden herkes kendi mesleklerini yaparken idealistliklerini sürdürdüler. Düşünce insanı oldular. Asla düşünce militanı olmadılar. Yakın gördükleri kadim arkadaşları ile bağlılıklarını devam ettirmekten de geri durmadılar. Üniversite gençlik yıllarında yaşadıkları birlikteliğin tadı hiç damaklarından gitmedi. Askerlik hatırası anlatır gibi yaşananları birbirlerine tekrar tekrar anlatmaktan da çok büyük haz duyuyorlardı.
Yaşları 19-25 arasında 1969-76 ‘lı yıllardaki beraberlikleri, onları bir birlerine bağlı tuttu, arkadaşlıklarını unutturmadı. Her birisi değişik zamanlarda bürokraside, üniversitede ve siyasette bulunmuşlardı. İdealistliklerini üstlendikleri görevlerde göstererek hak, hukuk ve adaletten mümkün mertebe uzaklaşmadılar. Ülkeye kazandırılan güzelliklere karınca kararınca katkıları olmuştu. Ne kişisel çıkar ne de para pul işleri onları ilgilendirmedi. İsimleri hiçbir şaibeye karışmadı. Gençliklerinde sahip oldukları idealleri ülkeye hizmet etmede onları hep canlı tuttu. Şimdi emeklilik dönemlerini geçiriyorlardı. Okumaya ve düşünmeye epey vakitleri vardı. Aynı ideallere bağlı olmalarına rağmen, bazı meseleleri her birinin artık farklı algılıyor olmalarını da yadırgamıyorlardı. Zaman zaman da seviyeli tartıştıkları konular olmuyor değildi.
Bir gün bunlardan birisi, aslen Karadenizli olan ve üniversite yıllarında aynı evi paylaşmış olduğu arkadaşına Pandemi döneminde epey sıkıldığını birlikte bir Doğu Karadeniz gezisi yapalım mı ? deyince, öbür arkadaşı bu teklifi hemen kabul etti. Arkasından iki arkadaşları da onlara katılabileceklerini söylediler, hanımlardan izin koparmak zor olmadı.
2022 yılının Ağustos’unun son günlerinde dört arkadaş birlikte birisinin özel aracı ile Ankara’dan bir sabah yola çıktılar.
Yıllar sonra bir hafta birlikte olacaklarını düşünerek keyiflendiler. Sabah kahvaltılarını tanıdık bir arkadaşlarının Kırıkkale’de yol üzerinde kahvaltı salonunda yaptılar.
İlk durakları Samsun’du. Konaklayacakları Polisevine yerleştikten sonra dışarı çıkıp Mecidiye ’ye kadar yürüdüler. Bir esnaf arkadaşlarına uğrayıp onunla hasbihal edip çayını içtiler. Atatürk anıtının çevresinden dolaşıp konakladıkları yere döndüler.
Önceden haber verdikleri bir arkadaşları aynı günün akşamı ortak tanıdıkları sınırlı sayıda arkadaşlarıyla birlikte Atakum Sahilinde bulunan bir restoranda onları ağırladı. Bu buluşmada hem gezi grubu ve hem de Samsun’da yaşayan iş insanı ve akademisyenlerden oluşan arkadaşlar birbirlerini görmekten derin bir mutluluk duydular. Hasret giderdiler. Aralarında Fetö’den sıkıntı yaşamış iki arkadaşları da vardı. Bu yazıyı kaleme alan, yirmi yıla yakın Samsun’da bulunmuştu. Neredeyse yarım yüzyıldır tanıdıkları iki arkadaşlarının saf ve temizliklerinin kurbanı olarak bu Örgüte duydukları yakınlığın ceremesini fazlasıyla çektiklerini düşündü. Keşke ülkenin ağır yükünü yüklenen ve devletin sorumluluğunu taşıyan iktidar sahipleri çok önceden bu hareketi topluma tanıtıp samimi dindar insanlarımızın mağduriyet yaşamalarına izin vermeseydi diye düşündü. Çünkü O, devletin kendisini ele geçirmek isteyen bir harekete müsaade etmemesi gerektiğini ta.. 1990’lı yıllardan beri düşünüyor ve ne zaman Devlet bu hamlede bulunacak diye bekliyordu. Bu görüşünü zaman zaman yakın arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Bunun Devletin kendisini koruma refleksi olduğunu biliyordu. Ancak bunu devlet umuru görenler ve siyaseten kısa günün karını ellerinin tersiyle itenler yapabilirdi. Bu fakir eleştirel yaklaşımları yüzünden o zamanlar (1990-2004 yılları), bu hareketin mensupları tarafından sevilmediğini de hatırladı.
Fiziki olarak yaşlandıklarını gördükleri halde, bunu birbirlerinin yüzüne vurmaktan çekindiler. Klasik ifadeyle herkes birbirine seni çok iyi gördüm demeyi de ihmal etmediler.
İlk gezilerinin durağı olan Samsun’un hem fiziki ve hem de insan profilinin değişmiş olduğunu fark ettiler. Atakum sahilinin çok gelişmiş olduğunu gördüler. Onlarca sahil kenarında yeme içme mekanlarının, kafelerin ve alışveriş yerlerinin çevreyi nasıl değiştirmiş olduğunu hayretle izlediler. Yüzlerce insan Atakum sahilinde denize giriyordu. Oysa 20 yıl önce denize bu yerde girmek pek mümkün olmazdı. Şehrin arıtması devreye girmesiyle birlikte deniz kendine gelmiş ve girilecek hal almıştı. Sahilin bakımı ve temizliği hemen dikkatlerini çekti. Barselona sahillerini aratmayan bir konuma gelmiş diye aralarında konuştular.
Geçe geç vakte kadar birlikte olan arkadaşların ayrılmaları zor oldu. İstemeye istemeye vedalaştılar ev sahibi arkadaşlarına teşekkür edip konaklayacakları yere döndüler.
İkinci günün sabahı Ünye’ye doğru yola çıktılar. İlk durakları Ünye girişinde bulunan bir fındık işleme fabrikasıydı. Daha önce Ünye Belediye Başkanlığı yapmış olan arkadaşlarının çocukluktan beri arkadaşı olan fabrika sahibinin çayını içtiler. Fındık ezmesi ve yeni mahsul fındık hediyesi için de fabrika sahibine teşekkür ettiler. Daha sonra Ünye’ li arkadaşlarının yol üzerindeki kardeşinin bahçeli evine uğradılar. Ev sahibi ve hanımının samimi ve konuksever davranışı ve ikramı onları ziyadesiyle etkiledi. Mevsimin yeni mahsulü olan yerli süt mısırlar onlar gelmeden kaynatılıp hazırlanmıştı. Diğer bahçe mahsullerini tattılar ve üstüne de taze hazırlanmış erik şuruplarını içtiler.
Sıra Yunus Emre’nin türbesinin bulunduğu söylenen tepeyi ziyarete gelmişti. Çok temiz ve yeşillikler içerisindeki türbeyi ve etrafını gezdiler ve Ünye’yi tepeden temaşa ettiler. Ünye’de yaşayan bir arkadaşları bu türbe ve etrafını koruma derneğinin yöneticisiydi. Türbeyi ziyaret ettikten sonra türbenin yanında bulunan restoranda arkadaşlarının ikram ettiği Ünye pidesini yediler.
Bilindiği gibi Anadolu’nun hemen hemen her yerinde, “ erenlere” sahip çıkma geleneği vardır. Aynı adla değişik yörelerde nice Allah dostuna ait türbenin olduğuna inanılır ve ziyaret edilir. Bu memlekette güzel insanların dirisindense ölüsüne sahip çıkıldığı gerçeği herkesin malumudur. Bu nedenle de, Allah bilir burası da muhtemelen bu yerlerden biridir diye yazının sahibi düşünmeden kendini alamadı.
Sonra sahilde yer alan denize sıfır küçük bir motele geçip yerleştiler. Sonrasında da havanın ve denizin sakinliğini fırsat bilip, Kara Denizin sularına çok uzun kalmasalar da kendilerini bıraktılar. Deniz son derece sakin ve dalgasızdı. Normalde Kara Denizin suyu serin olmasına rağmen bu sefer onlara sıcak geldi. Acaba bu durum iklim değişikliğinin bir yansıması olabilir mi diye düşündüler.
Akşam yemeği için geçmişte Ünye Ticaret Odası Başkanlığı da yapan arkadaşlarının davetine icabet ettiler. Ünye’nin 350 metre yukarısında bulunan ve takribi 20 dakika süren araba ile tırmanışla ormanların içinde yer alan doğa parkında belediyenin yeni yapmış olduğu muhteşem manzaralı tesisinde ikram edilen güzel yemekleri yediler. Buradan uçaktan sahile bakıyorlarmış izlenimi ile tüm Ünye sahillerini seyrettiler. Arkasından da başka bir Ünye’nin seyir tepesi olan Çakır Tepe’den daha yakından Ünye’nin gece manzarasını seyir fırsatları oldu.
Ülke meselelerine duyarlı geçmişte birliktelikleri olan bu davet sahibi idealistliğinden ödün vermemiş arkadaşlarının Türkiye manzarasını nasıl gördüğü ile ilgili değerlendirmeleri yazı sahibine ilginç geldi. Teslimiyetçi olmayan bu arkadaşın değerlendirmeleri ona gerçekçi geldi. İnsanın düşünce ufkunun genişliği ve ya sığlığı, büyü şehirde ya da bir ilçede yaşamakla çok da ilgili değildi. Taşralılıkla ilgili anlayış çoktan ömrünü tamamlamıştı.
Akşam motellerine dönen yol arkadaşlarını sabahleyin mükemmel bir sabah kahvaltısı bekliyordu. Hem de denize sıfır manzaralı özel olarak kurulmuş bir sofrada. Ünyeli dostlarının kardeşinin bahçesinden getirdiği salatalık, domates , ince biberler ve tavuklarının yumurtası da kahvaltıya çeşni kattı.
Daha sonra yakıt ikmallerini yapıp yola çıkacaklardı ki, gezi grubunun muhasebecisi motel sahibine yönelerek konaklama ücretini taktim etmek istedi. Motel sahibi “ sizin ücretiniz ikibuçuk yıl önce vefat eden babam tarafından ödendi” demesin mi? Bunu anlamakta biraz zorlandı grubun mali işler sorumlusu. Tekrar üsteledi. Ancak aynı cevabı ikinci kez aldı. Daha önce Ünye belediye başkanlığı yapan arkadaşları, tamam abi üsteleme diye araya girdi. Motel sahibi genç iş adamına teşekkür ederek motelden ayrıldılar. Sonra arkadaşları, motel sahibinin babasına geçmişte yapılan bir haksızlığı giderdiğini, bundan dolayı oğlunun bu konuyu bildiğini bir vefa borcu olarak bize ikramda bulunduğunu söylemek durumunda kaldı.
Ünyeli arkadaşlarının mutlaka Perşembe-Aybastı yaylasını ve yaylada yer alan muhteşem menderesleri görmek gerekir mesajını alınca, ilk işleri hemen bu yaylaya yönelmek oldu. Rehberleri olan Ünyeli arkadaşları onlara ikinci bir arabayla eşlik ettiler. Aybastı üzerinden 1500 rakımlı yaylaya ulaştıklarında, yaylayı sis basmıştı. Sadece yaylada bulunan küçük bir gölün etrafında yarım saat kadar yürüyüş yaptılar. Mendereslerin resimlerini görmekten başka şansları yoktu. Karadeniz yaylalarına çıkmadan önce ziyaretçilerin mutlaka yayladaki havanın nasıl olacağını önceden öğrenmeleri gerektiğini akıllarının bir kenarına yazdılar. Kısa bir sisli yayla turundan dönüşte Ünyeli ev sahipleri Aybastı’dan ayrıldı. Gezginler ise kendi yollarına ver elini Trabzon diye yöneldiler.
Fatsa ile Perşembe arasında eski yol üzerinde “Menderes Önü” mevkiinde yer alan “Uzun Saçlı” da çay içmeden yolla devam etmek olmazdı. Bunun için de anayolun solundan eski yola saptılar ve yedi sekiz dakika sonra kendilerini Uzun Saçlı’nın mütevazı dükkanının önünde buldular.
“Çay Rize’de yetişir ancak Uzun Saçlıda içilir” lafını aralarında bilenler vardı. Uzun Saçlı aksi tabiatlı ve bazen de muhatabını bulduğunda her türlü küfrü sakınmadan eden nevi şahsına münhasır bir kişiydi. Hoşuna gitmeyenlere ve hele çay getir diyenleri tersleyen ve hatta mekanından kovan bir tarzını bilmeyen yoktu.1968 den bu yana dededen kalma çay ocağını çalıştırmaktaydı. Gezginler dükkanın önünde durup selam verdiler. Bereket tenha bir zamana denk gelmişlerdi. Grup üyelerinden birisi hemen Uzun Saçlı’ya onun duyacağı şekilde “Bayağı da yaşlanmış” deyip ona küfür, etmesi için bilmeden ayak verince, o da bizim hepimize dönüp “ hiç biriniz bir …. etmezsiniz” demez mi. Önce hepimiz bozulduk tabii. Ancak biraz sonra ayıkıp küfür etmesine sebebiyet verdiklerini hemen anladılar. Dükkanının önünde simetrik olarak yerleştirilmiş sıradan Anadolu kahvelerinde yer alan üç masadan birine iliştiler. Sabırla çay vermesini beklemenin dışında seslerini çıkarmadılar. Daha sonra onun huyunu bilen yoldaşlarında gayretleriyle birlikte Uzun Saçlı da ortamı toparlamaya çalıştı. Neyse sonradan samimiyet ilerledi ve arkadaşımızın birisi balık yiyebileceğimiz bir yerin olup olmadığını sordu. Bize hemen kendi dükkanının yan tarafta merdivenle inilen deniz manzaralı bir yerinin olduğunu, ancak onunla kendisinin ilgilenmediğini ve onlara yardımcı olacağını söyledi. 5-10 dakika bekleyip çaylar içilince, balıkların hazır olduğu bilgisi geldi. Oturdukları masaya enfes olta ile tutulmuş taze balıklar ve diğer deniz ürünleri geldi. Yemek sonunda, denize nazır bir balkonda taze balık yemek de nasibimizde varmış dediler.
Ayrılmadan grubun mali sorumlusu, çay paralarını ödemek için Uzun Saçlı’nın küçük dükkanına girdi. Dükkanın duvarlarında asılı olan Uzun Saçlı ile çektirilmiş meşhurların fotoğraflarını gördü. Ayrıca onunla yapılmış röportajları içeren bir haylide gazete küpürleri duvarları süslüyordu. Çay üçretini sorduğunda; Uzun Saçlı “ ne verirseniz, gönlünüzden ne koparsa” tezgahı göstererek “şuraya atın” dedi.
Önceden onun çayının özel harman olduğunu ve fındık ve meşe odununda çay yaptığını ve hatta bardaklarını deterjan yerine kül ile ovup yıkadığını yol arkadaşlarından bir kısmı biliyordu. Hatta Çaykur’un ücretsiz olarak ona birinci kalite çay verdiğini söyleyenler bile vardı.
Bir miktar parayı tezgaha bıraktıktan sonra yol arkadaşlarından ikisi onunla hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmediler. Ancak diğer iki arkadaşın ona duydukları kızgınlıkları henüz geçmemiş, onun kendine has kişiliğini ve artık bu duruşuyla ünlü bir şahıs olduğunu, kapris ve küfrünü kabullenmekte zorlanmışlardı. Bu durumun belki de binlerce yolcunun başına gelmiş olabildiğini akıl edemediler. Neyse, iyi dileklerle Saçlı’nın yerinden vukuatsız ayrılıp Trabzon istikametine yol aldılar.
Bu arada daha önce Ordu’da uzun süre bulunmuş olan hukukçu yol arkadaşlarının yakın arkadaşları, bu geziden haberdar olmuşlar ve mutlaka Orduya uğramalarını arzuladıklarını telefonla yol arkadaşımıza söylemişlerdi. Buluşmanın fındık toplama mevsimi olduğu için ancak akşam mümkün olabileceğini belirtince, Ordu ziyareti dönüşe ertelendi. Giresun’da görebilecekleri arkadaşları olmasına rağmen geziyi uzatmamak için orası pas geçildi.
Hedefte Trabzon vardı ve akşam yemeğine bir Vakıf Üniversitesinin kurucusu ve Mütevelli heyeti başkanının davetlisiydiler. Önceden yer ayırdıkları KTÜ Koru Otele vakitli olarak geldiler. Odalarına yerleşip duşlarını aldıktan sonra davet sahibinin gönderdiği araçla davet mahalline gittiler. Davet sahibi daha önce belediye başkanlığı da yapan Ünyeli arkadaşlarının eski bir dostuydu. Ancak diğerleri kendisiyle ilk kez tanışacaklardı. Vakıf Üniversitesinin Yomra sınırları içinde yer alan kampüsünde karşılandılar. Özel bir mekanda, başkan konuklarını samimi bir şekilde karşıladı. Hazırlatmış olduğu fevkalade güzel mangal ürünlerini ikram etti. Mükemmel bir ziyafetti. Çaylar içildikten sonra önce mevcut kampüs ve salonlarını, kütüphanesi, spor tesisleri, daha sonra da üniversitenin diğer denize nazır Trabzon merkezdeki sağlık kampüsünü gezdiler. Yer sorununun oldukça kısıtlı olduğu bu şehirde iki kampüs alanına sahip olmak bir vakıf üniversitesi için önemli bir avantajdı. Bu kampüsleri üniversiteye kazandırmanın büyük bir gayretin ürünü olabileceğini düşündüler. Bu fakir İstanbul’daki bazı vakıf üniversitelerin nerdeyse birer apartmana sığdırıldıklarını düşününce , burasının durumunun çok iyi olduğunu anladı. Keşke karar vericiler yüzbinlerce üniversite öğrencisini büyük şehirlere yığmak yerine Anadolu’nun gelişmiş şehirlerine tematik üniversiteler açarak serpiştirseydi, iyi yetişmiş öğretim elemanlarıyla bu üniversitelerin gelişmesine önayak olsaydı diye hayıflanmadan edemedi.
Onlar, görmeyeli Trabzon bir hayli büyümüş ve gelişmişti. Çok katlı binalar ve otellerin fazlalığı dikkatlerini çekti. Ayriyeten yeme içme mekanlarının sayısının fazlalığı da dikkatlerinden kaçmadı. Özellikle geceleyin Trabzon’un İstanbul’un birçok semtinden daha hareketli bir hayatının olduğunu fark ettiler.
Bu hızlı değişimi sorduklarında ise zengin Arapların son yıllarda bu bölgeyi öğrendiklerini , yoğun bir Arap turistin buraya geldiğini anladılar. Bir kısmının buradan ev aldıklarını ve emlak piyasasını bir hayli yükselttiklerini öğrendiler.
Kaldıkları Otelde kahvaltı sonrası hemen yola koyuldular. Önce Maçka ve sonra da Hamsi Köye geldiler. Çevrenin güzelliği, yeşil ormanlar akan dere suları onları büyülüyordu. Eski Erzurum Trabzon yolu, Hamsi Köy’ den geçiyordu. Yeni yol güzergahı değişmesine rağmen doğanın cazibesi ve Hamsi Köyün meşhur sütlaçı bir çok gezgini ve yabancı turisti cezbediyordu. Araçlarını münasip bir yere park ettikten sonra yol boyu yukarıya doğru biraz yürüdüler. Günün erken saatleri denilecek bir vakitte gelmiş olmalarına rağmen etraf yerli ve yabancı bilhassa Arap turistle doluydu. Bazı otel ve restoran tabelalarında Türkçenin yanında Arap turistlere yönelik Arapça yazılar da yer alıyordu. Etraflarındaki ormanları akan suları seyrettikten sonra, burayı çok iyi bilen ve ailesinin köklerinin bu yöreden daha sonra Ünye’ye taşındığını söyleyen arkadaşları en iyi sütlaçın nerede yenileceğini yakın bir arkadaşına sordu. Sonra da onun tarif ettiği sütlaç dükkanında kendilerini buldular. Sahiden çok lezzetliydi yedikleri sütlaç. İşin enteresanı para ödemek için davrandıklarında, sütlaçların parasının telefon talimatıyla dükkan sahibine ödenmiş olmasıydı. Telefon açılan arkadaş buranın has ve tanınan bir yerlisiydi ve hesabı ödemişti. Anadolu insanının bu cömertliği ve hasbiliğine ne denebilir. Bununla da kalmayıp çok yakında oğlunun ve gelininin bulunduğu yazlık eve uğrayıp mutlaka bir kahveleri söylenince , çok yakında bulunan evi ziyaret ettiler. Yeni evli sayılacak yaşta olan genç ev sahiplerinin ilgisine mazhar oldular. Evlerinin önünde yer alan masada gençlerin kahvesini yudumladılar. Arazinin tüm zorluklarına rağmen, gördükleri evlerin inşaatının ve kullanılan malzemelerin kalitesinin çok iyi olduğunu fark etmek onlar için zor olmadı. Bu çok tatlı evli çiftin sohbetleri ve konuşması ,saygı dolu davranışları, yaşlı gezginleri hayran bıraktı. Böyle gençlerimizde yetişiyor diye gelecekle ilgili umutları arttı.
Sıra Ünye’li arkadaşlarının doğduğu Rumlardan ailesine intikal eden evi görmeye gelmişti. Ona, buna sorarak nihayetinde dik , yokuşlu ancak sevimli dar yollardan geçerek Çeşmeli köyünü ve şimdi amcasının yaşadığı evi buldular. Önce arkadaşlarının büyüklerinin yattığı aile kabristanını ziyaret ettiler. Arkadaşlarının amcası onları sevgiyle karşıladı. Askerliğini Ankara’da onların öğrencilik yıllarında yapmıştı. Hemen bu fakir onu görür görmez tanıdı. Son derece sempatik elinden iş gelen pire gibi hareketli ve becerikli birisiydi. Evinin çevresindeki odunların dizilişinden bile becerikliliği hemen anlaşılıyordu. Hatta kendine ait aletlerle dolu atölyesi bile vardı. Diğer ağabeyleri buradan ayrılırken O, ata yerlerine sahip çıkmış, burada kalmıştı. Onları neşeyle ve sempatiyle karşıladı. Hemen arkadaşımızın doğduğu ve üç, dört yaşına kadar kaldığı Rumlardan kalma en az yüzelli, ikiyüz yıllık tarihi evi gezdirdi. Müze gibi itinayla korunmuştu. Yeni evini bu Rum evinin yan tarafına yapmış, burayı da kiler gibi kullanıyordu. Kalın taş duvarları ve evin ocağının genişliği dikkatlerini çekti. Odanın tavana yakın yerinde bulunan menfez benzeri gözetleme yerini ve orijinal ağaç kapısını ve arkasında nerdeyse yarım metre duvarın içine kadar giren kalın ağaç sürgüyü ilginç buldular. Geçmişte bu vahşi doğada yaşayanlar ister istemez emniyet tedbirlerini elden bırakmamaları gerekiyordu. Odanın tavanda yer alan ağaç hezenler ve ahşap malzeme sapasağlam duruyordu. Rum evinin hemen yanında ahşaptan yerden en az iki metre yükseklikteki ambara uzatılan bir hareketli ahşap köprüden geçtiler. Ambarın altında kurulu farelerin girişine engel olan saçtan koruma sistemi de dikkatlerinden kaçmadı.
Amcanın çay, yemek ısrarına rağmen, yemek yediklerini ve acelelerinin olduğunu söyleyerek teşekkür edip ayrıldılar.
Sonra diğer bir gezgincinin İhracat Genel Müdürlüğü yaptığı yıllarda birlikte çalıştığı mesai arkadaşının Maçka’ya çok yakın evine uğradılar. Onlar da misafirlerini büyük bir incelikle karşılayıp ikramlarda bulundular. Kısa bir ziyaret ve sohbet faslından sonra ver elini Rize diye yola devam ettiler.
Kalacakları Çaykur misafirhanesine gitmeden önce acıktıkları için, iki meşhur kuru fasulyeciden birine daldılar. Sonra yakında bulunan bir petrol istasyonundan hem benzin alıp hem de arabalarını yıkattılar. Araba yıkanırken petrol istasyonunun yanında araba lastiği satan bir Rizeli esnafla sohbete koyuldular. Türk insanının cana yakınlığını bir kez daha gördüler. Anında çaylar ısmarlanıp oradan buradan sohbet koyulaşınca, bu esnaf arkadaştan yemek daveti aldılar. Teşekkür edip şimdi yemek yediklerini ifade ederek oradan ayrılıp misafirhaneye geçtiler. Eşyalarını odalara yerleştirip arkasından Rize’nin meşhur Çaykur’a ait çay bahçesinin bulunduğu Çay tepeye çıktılar. Müsait bir masa bulup oturduktan sonra, semaverde çay servisi yapıldı. Çay bahçesi tıklım tıklımdı. Aileler, çoluk çocuk çay bahçesini doldurmuşlardı. Onların dışında Çay bahçesinde bir hayli turistin olduğu da anlaşılıyordu. Rizeliler için burada çay içme, aynı zamanda sosyal bir aktiviteydi. Sonra konaklayacakları yere geçtiler. Ünye’ li arkadaşları belediye başkanlığından sonra Yüksek Denetleme Kurulu Üyesi olarak Rize’de Çaykur başta olmak üzere çay fabrikalarını denetlediği için, kurum yöneticileri hemen onu tanıyıp gerekli ilgiyi gösterdiler. Sabahleyin mükellef bir kahvaltı sofrası uyandıklarında onları bekliyordu.
Kahvaltı sonrası Batum’a gitmek için tekrar yola koyuldular. Sarp Sınır kapısından Gürcistan’a sadece kimlik göstererek geçilebiliyordu. Erken saatler olduğu için sınırı geçmek çok vakitlerini almadı. Karşıya geçtiklerinde ilk işleri bir günlüğüne de olsa arabalarının sigortasını yaptırmak oldu.
Hayret ederek 100 TL’ nin 15 Lari (Gürcistan parası) ettiğini gördüler. Türk Lirasının değer kaybından dolayı, yüzlerce Gürcü vatandaşının akın akın Türkiye’ye gelerek, sınır ilçelerinden günübirlik ucuz buldukları malları yüklenip ülkelerine götürdüklerine şahit oldular. Anlaşılan alışveriş için Edirne Bulgarlar için neyse, Hopa, Kemalpaşa ve yakın diğer ilçeler de Gürcüler için aynısı olmuştu
Batum sınıra çok yakındı. Oraya ulaşmak yirmi dakikalarını aldı. Denize paralel cadde boyunca arabayla gezinti sonrası, mütevelli heyeti başkanı Trabzonlu arkadaşın sahibi olduğu binayı buldular. Limanın tam karşısındaydı. Görevlilere geleceğimiz haber verildiği için hazırlıklıydılar. Çay ve pasta ikramlarına teşekkür edip, ardından sahilde yürüyerek gezmek için uygun bir otoparka araçlarını bıraktılar. Etrafı dolaşmaya, temaşa etmeye başladılar. En dikkati çeken şey şehrin yenilenen modern binaları ile Sovyet döneminden kalma yapılar arasındaki büyük farklılıktı. Eski Sovyet tipi kibrit kutusunu andıran binaların yıkılıp şehrin bir dönüşüm yaşadığı da dikkatlerinden kaçmadı.
Batum şehir merkezinin tek camisini ziyaret etmeyi unutmadılar. Ancak şehir merkezinde tek camii olmasına karşın, Batum çevresinde yer alan Müslüman köylerde camilerin bulunduğunu öğrendiler. Hey gidi Batum hey dediler kendi kendilerine. Bir zamanların Doğu Karadenizinde, en yüksek düzeyde İslami bilgilerin öğretildiği medresesi olan şehir diye düşünmeden kendilerini alamadılar.
Kısa bir Batum ziyaretinin ardından gezginler tekrar Sarp’a gelip yeniden vatan topraklarına geçtiler.
Zaman henüz erken olduğu için Ayder’i de bugün ziyaret etmek için Çamlıhemşin üzerinden takribi 20 km daha gidip oraya vardılar. Yol boyunca Fırtına deresinin çağlayan sularını izlediler. Bu ne muhteşem kayın ve ladin ormanlarıydı etrafı çepeçevre kuşatan Allah’ım!!!
Yolun iki yanında ne kadar çok turistik tesisinin olduğu dikkatlerinden kaçmadı. Ayrıca onlarca rafting için gelen genç grupla karşılaştılar. Fırtına deresinde rafting yapanları izlediler. En dikkat çekeni ise Ayder’e geldiklerinde etrafları Arap turist kaynıyordu. Ayder’in yamacındaki yeşil çayırlara öbek öbek yayılmış onlarca Arap turist gördüler. Bunlar bir yandan çaylarını içerken diğer yandan da hayran hayran mest olmuşçasına muhteşem Ayder manzarası seyrediyorlardı. Belki de “dünyadaki cennet burası mı “ diye düşündüklerini tahmin etmek yalan olmazdı.
Grubumuzun fotoğrafçı üyesi , gördüğümüz güzellikleri kayda alıp bazen de seslendireni Ayder’de resim çekmekten kendini nerdeyse kaybediyordu.
Akşam karanlığı çökmek üzere iken Ayder’den ayrılarak tekrar Rize’ye döndüler. Ana yol üzerinde onlara tavsiye olunan küçük bir şelalenin hemen yanında yer alan tanınanbir balık lokantasında akşam yemeklerini yediler ve arkasından da Çaykur misafirhanesine döndüler. Sabah kahvaltısından sonra konaklama ücretlerini ödeyip, Çaykur’un satış mağazasından herkes ihtiyacına göre değişik çeşitlilikte çaylardan aldılar. Kargo ile adreslerine yollatmayı da ihmal etmediler.
Şimdi tekrar geldikleri yola dönüyorlardı. Önce Çaykara sonrada Ünye’li arkadaşlarının Çaykaralı olan kayınpederinin köyüne gidip evini ve fındık bahçesini ziyaret vardı sırada..Şimdi evde kalan yoktu. Arkadaşlarının kayınpederi yaşından dolayı çok arzu ettiği bu köy evine artık kalamıyordu.
Buradan çok merak ettikleri Sultan Murat Yaylasına geçtiler. Yayla yolu ağaçlar ve biraz yukarıda ise etraf renk renk çiçeklerle doluydu.
Sultan Murat, uçsuz bucaksız onlarca köyün yaylasıydı. Artık eskisi gibi yaylaya çok az kişi hayvanlarıyla çıkarken, hali vakti yerinde olanlar yaptıkları yayla evlerini yazlık gibi kullanmaya başlamışlardı. Bir kısmı burada birkaç ay kaldıklarını söylüyorlardı. Bereket şansları yaver gitti. Yayla güllük güneşlik bir günündeydi. Yaylanın merkezinde kurulu çarşıdan birkaç km uzaklaşıp kırlarda bayırlarda bir müddet aylak aylak dolaştılar. Dağları taşları ve çimenleri seyrettiler. Burada da bir hayli Arap turist vardı. Gezginlerden birisi Umman’lı bir iletişim mühendisiyle kısa da olsa sohbet etti. Bu genç bu yaylalara bayıldığını ve her yıl burayı ziyaretin kendisi için doping etkisinin olduğunu söyledi. Ayrıca onun vasıtasıyla gelen Arap turistlerin çoğunluğunu Suudi , Katarlı ve Kuveyit’lilerin oluşturduklarını öğrendiler. Açıkmış olduklarından Sultan Murat yaylasının çarşısında gözlerine kestirdikleri önceden tavsiye edilen bir lokantaya kendilerini attılar. Hoşlarına giden mangal ürünlerini değerlendirdiler. Bu restoranda çalışan garsonların bir kısmı Arap ülkelerindendi. Arap turistlerle iletişim bunlar vasıtasıyla daha kolay oluyordu.
Arkasından da daha önce duydukları Sultan Murat Şehitliğini ziyaret ettiler. 1917 Rus ihtilalinden sonra onlarla sulh yapılmıştı. Ancak bu haber Sultan Murat’da bulunan Rus birliklerine ulaşmamıştı. Karadenize inmek için burada bulunan Rusların yolu bir bölük askerimiz tarafından kesilmiş ve hepsi şehit olmuşlardı. Şimdi Şehitlik restore edilip onların şanına ve anısına uygun bir hale getiriliyordu. Fatiha okuyup oradan ayrıldılar.
Dönüş yolu olarak farklı bir yoldan gitmek istediler ve Sürmene yolunu seçtiler. Çok işlek olmayan dar ve ıssız orman yolundan geçerken bir ara yollarını kaybettiklerini sandılar. Neyse daha sonra geçen bir kamyoncudan doğru yolda olduklarını anladılar. Tam onlar dönerken sisde yaylayı ve yolları kaplamağa başladı. Kısa bir süre siste seyahat ettiler. Nihayetinde sis yukarılarda kalıp onun altına indiler. Yine Ünyeli arkadaşları yolda tam Sürmene’ye inecekleri bir dere kenarında yaşayan emekli öğretmen amcasını ve yengesini ziyaret etti. Arkasından da gezginciler hiç mola vermeden Trabzon’udan ve Giresun’ geçip , akşam namazı vaktinde Ordu’ya geldiler.
Ordu’da emekli Noter olan bir arkadaşları beş, altı arkadaşıyla onları karşıladı. Bir arkadaşlarını oğluna ait bir güzel restoranında bizi konuk ettiler. Yemekler yenirken onlarla sohbet etme fırsatımız da oldu. Gördüğüm manzara mevcut siyasi iradeye bakışta bir farklılaşmanın yaşandığıydı. Tıpkı bizim gezi yollaşlarımız arasında olan farklılaşmanın onların arasında da olduğu görüldü. Her birisi pırıl pırıl insanlardı. Çevrelerinde saygı gören ve itibar olunan güzel işler yapmış ve yapmaya gayret edenler oldukları her hallerinden belliydi. Yemek sonrası bize ayrılan DSİ misafirhanesine geçtik ve orada geceledik.
Sabahleyin uyandığımızda arabamızın bir lastiğinin tamamen sönmüş olduğunu gördük. Kahvaltıdan sonra Ordulu arkadaşların yardımı ile lastikçiye kadar idare edecek stepne aracımıza takıldı. Zaten lastiklerde eskimiş sayılacak yaştaydı. Lastikcide tamamı değiştirildi.
Dönüş güzergahını önceden planladıkları üzere Akkuş, Niksar üzerinden yaptılar. Yolları önce Tekkiraz’dan geçiyordu. Ünye’li dostumuzun belediye başkanlığından arkadaşı olan Tekkiraz’ın eski belediye başkanına uğrayıp bir çayını içmeyi düşündüler. Sadece çay içip yollarına devam etmeyi beklerken, Bu arkadaş benzin istasyonunun yanında bulunan lokantasının balkonunda gelecekleri zamanı hesaplayıp mangal ürünleri hazırlatmıştı. Buranın yıllarca belediye başkanlığını yapmış ve yine buranın saygın bir ailesine mensup olan bu ikram sahibi arkadaşa “halkın hayat pahalılığına nasıl baktığını “ sorduğumda. “ bu yörede yaşayan insanların son derece sade bir hayatları var. Yiyeceklerinin bir çoğunu, sebze ve meyvesini kendileri üretiyor. Şayet evlerine bir iki asgari ücret giriyorsa bunlar bir şey hissetmezler “ diye cevap verdi. Anlaşılan büyük şehirlerde dar gelirli insanların şikayet ettiği kira ,doğal gaz, telefon ve diğer masraflar buralarda yaşayanların sorunları arasında önemli denilecek ölçüde yer almıyordu. Konuksever eski belediye başkanına teşekkür ederek oradan Akkuş ve oradan da Niksar’a doğru hareket ettiler. Niksar sınırına yaklaştıklarında artık Karadenizin o muhteşem yeşil ormanları kaybolmaya başlamıştı.
Aslında Niksar’da ceviz bahçesi yapmış olan kadim bir emekli subay arkadaşlarını da ziyareti programlarına almalarına rağmen onun Niksar’da olmadığını öğrendiler. Niksarlı arkadaşları da ailevi nedenle onları ağırlayamadığı için üzüntülerini onlara telefonla iletti.
Niksar çıkışı aralarında ufak bir yol tartışması oldu. Tokat üzerinden mi yoksa Amasya üzerinden mi diye. Neyse orta bir yol bulundu Mecitözü üzerinden Çorum’a gelip ordan da Ankaraya bir akşam üstü sağ selim vasıl oldular. En gençleri ve hızlı bir şöför olan Kaptan pilotları herkesi tek tek evine bırakmadan önce aralarında helalleşmeyi de ihmal etmediler. Gezi hem çok güzel geçmiş , hem de onlarca arkadaşlarını ahir zamanlarında ziyaret fırsatı olmuştu.
Ortalama yaşları yetmiş olan bu kadim dostlar ömürlerinde belki de bir daha böyle bir geziyi yapamayacaklarını içlerinden geçirdiler. Sağ selim gezinin tamamlanmış olmasından da derin bir memnuniyet duyup Yarata’na şükür ettiler.