Mustafa AYDIN ([1])
Ciddi, anlamlı bir davanın saygıdeğer bakiyesi değerli arkadaşlarım.
Resmi bir dernek haline gelişinden birkaç yıl öncesine giden bir hazırlık devresi varsa da Mücadele Birliği 1967 yılında resmen bir dernek haline geldi. Başından itibaren ikinci sırada bir eleman olarak fiilen içinde bulunduğum teşkilat Türkiye’nin sosyal kültürel dünyasında önemli bir oluşumdu. Daha çok ilahiyatçı olan Konya ve öncelikle hukukçu olan Afyonlu on kişinin birlikteliğinde ortaya çıkmıştı. Başından itibaren ciddi bir temaya sahipti ve konu din ve politik düzen bileşkesinde yer alıyor dolayısıyla da milli bir kimlik taşıyordu. Buna göre millilik sosyolojik olarak sıradan bir insan yığını olan halka karşılık bir inanç birlikteliği taşıyan millete ait şey demekti. Bu söz konusu millet, baskı altında dini rahatça yaşayamamanın yanında, siyasal, ekonomik, ailesel, vb. gibi tüm alanlarda o günkü çok kullanılan bir nitelemeyle “buhran” lar yaşıyordu. Devlet bu konulara bigâne kalıyordu, çünkü devletin kendisi de bir buhran alanı idi.
Gerçi dini sorunların yegâne sebebi devlet ve dine sıcak bakmayan sistem değildi. Sorunlardan birisi İslam’ı, doğasına uygun anlamayı, önemli bir kısmı tasavvuf kökenli velayet keramet gibi bir yatırlar kültü engelliyordu. Esasen o zamanlarda “Kur’an İslam’ı” gibi doğrudan İslam söylemi yoktu, çünkü bir suç teşkil edebiliyordu. Onun için millilik bir perdeleme görevi yapıyordu. Yani teşkilatın söylemi salt dini olmaktan çok milli, ideolojikti. Ama millet ideolojisinin İslam’ı ifade ettiğinden kimsenin şüphesi yoktu.
Bunalımlardan sorumlu tutulan aktörler ise başta Siyonist Yahudilik, beynelmilel Hristiyanlık ve bir tehlike unsuru olarak tepemizde sallandığında kuşku duyulmayan komünizmdi. Bunlar genelde kökü dışarıda aktörlerdi. Bu ana çerçevede teşkilat sistematik ve yaygın bir biçimde tebliğlerde bulunuyor, milletin uyanması isteniyordu. Millet ideolojisi İslam, çözümleri sağlayacak olan aktör de milli devletti. Ne var ki başlangıçtaki bu genel söylem açıklığa kavuşturulamamış, millet ideolojisi ve milli devlet unsurları arasındaki ilişki netleştirilememişti. Bu çerçevede üç yıl faaliyet gösterildi, ilgi çekicidir ki teşkilatın muhatabı olan toplum anlatılanlardan tabir caizse daha fazlasını anlıyor ve heyecanlanıyordu.
1970 yılının şubat ayında haftalık “Yeniden Millî Mücadele” Mecmuası çıkmaya başladı, hedef daha bir belirgin hale geldi. Logosunda yer alan anlamlı ilkelerin yanında hareketin lideri olarak kabul edilen Aykut Edibali’ye ait Başyazıda özetle şöyle deniyordu: “1683 Viyana bozgunundan beri devletimiz gittikçe tökezletilmiş ve nihayet geçen yüzyılın başlarında filen işgal edilmişti. Topyekûn bir mücadeleden sonra istiklalimiz kazanılmış, ancak millet ideolojisi saf dışı bırakılmış, istikbalimiz eksik kalmıştı. Bunun için bir “yeniden” milli mücadeleye ihtiyaç vardır. Teşkilatımızın amacı budur”...
Burada asıl altı çizilmesi gereken nokta mücadelenin “yeniden” liğidir. Mücadele her ne kadar mantıkta düşünsel (inançsal bir) eylemi ifade ederse de bir çıkar kavgasından öte bir şeydir. Bu mücadele bütün bir milleti ilgilendiriyor ve paylaşılıyorsa millilik vasfını taşır. Halbuki yeniden milli mücadele, sıradan bir mücadele değil, daha önce verilmiş fakat eksik kalmış bir mücadelenin tamamlanması girişimi idi.
Faaliyetler üç-dört yıl canlı bir biçimde devam etti. İlk elde teşkilatın alt yapısını oluşturacak İlmi Sağ, İnkılap İlmi gibi ciddi metinler ortaya konuldu. Tabi bu gelişmelerde Lider kabul edilen Aykut Edibali’nin rolü büyüktü. Ne var ki bu metinler özümsenemediği gibi mücadelenin yenidenliği gibi temel konular yeterince açıklanamadı. Bu açılım yapılamadan teşkilat bir duraklama dönemine girdi. Bir süre sonra da bu her yerde hissedilir hale geldi. Kurumsallaşma bağlamında bir şeyler yapılmıyor değildi. Mesela aksiyoner bir mecmuca çıkarıldı, aynı zaman aralığında destekçi kitlenin maddi potansiyeline dayanarak Bayrak gazetesi yayın hayatına girdi, Bizim Anadolu Gazetesine ortak olundu. Otağ yayınevi kuruldu, vb.
Ama başlangıçtaki ruh azalmıştı, sanki hareket frenleniyordu. O zaman çalıştığım Bayrak Gazetesinde manşetler ve reklamlar bile iyi işlemiyor, süreçle ilgilenmeyen liderin kararı bekleniyor ama o da hem geç kalıyor hem de olumlu bir sonuç doğurmuyordu. Fisebilillah çalışan ve bu durumu gören elemanlar hareketten birer birer ayrılıyordu. Tabi yetkililerce olup bitenlerin tutarlı bir açıklaması yapıl(a)madığı için doğru bir değerlendirmenin yerini dedi/kodu dolduruyordu.
Gerginlik üst düzeylere gelince 1977’nin yazında bir Ramazan günü Başkan Aykut Edibali Gazetenin toplantı salonunda ilk kuşak elemanların yanında, Cağaloğlu’nda Gazete ve Dergilerde çalışan yaklaşık kırk kişinin katıldığı bir toplantı düzenledi. Daha sonraki öfkeli konuşmalarından farklı olarak hayli sakin ve ezik bir üslupla özetle şunları söyledi: “Yaklaşık on yıl önce “Yeniden Millî Mücadele” adını taşıyan bir hareket başlatmıştık. Bu hareketle 1920’lerde verilen milli mücadelede yeterince elde edilemeyen sonucu gerçekleştirecek, millet ideolojisini (İslam kültürünü) hâkim kılacağımızı ilan etmiştik. Bunun için bir milli devletin inşası gerekiyordu. Ancak üç/dört yıllık bir mücadeleden sonra bu hedefin bir dernek faaliyetiyle gerçekleştirilemeyeceği kanaatine vardım. Devlet kurmak bir grup tecrübesiz gencin yapacağı bir iş değildi. Böylece ben hareketi, 1971’den itibaren serbest dalgalanmaya bıraktım. Yani bu tarihten itibaren kültürel işlerle meşgul bir dernekçilik faaliyeti içindeyiz. Tabi bu gönüllülük esasına dayalı bir iştir. Kendimin ve ailemin sorunları var ben artık böylesi bir işte yokum diyen arkadaşlarımız gidebilir. Ben devam etmek istiyorum diyen inançlı arkadaşlarla yola devam ederiz. Buradaki ekmeğimizi de paylaşırız, ancak daha fazla beklentiniz olmamalıdır…”
İyi hatırlıyorum herkes olduğu yerde yığılıp kalmıştı. Bana göre bu mantıklı, dürüst bir açıklama idi. Hiçbir tecrübesi olmayan bir grup gencin devlet iddiası anlamsızdı ve artık pratik siyasal hedeflerin ötesinde bir kültürel faaliyet içinde olmalıydık. İşin etiksel olmayan tarafı, bu işe tek başına karar vermiş, en yakın arkadaşlarını bilgilendirmemiş olması, bir dava için hayatını ortaya koymuş insanlara yeni bir tercih şansı tanımamasıydı. Hareket 1980’de bittiği zaman bile ilk kuşak elemanlar, doğru dürüs bir açıklamaya sahip değillerdi. İşin daha garip tarafı lider, sadece sonlandırmakla kalmamış, aynı zamanda ömrünün sonuna kadar mücadelenin yenidenliğinin üstünü örtmeye çalışmıştır.
Benim anladığım kadarıyla liderimizden, 1971 Muhtırasından sonra bu iddiadaki bir faaliyetin durdurulması istenmiş, yapılacak kültürel faaliyetlerde gelişmekte olan İslamcı faaliyetlere karşı milliyetçi ve hatta Atatürkçü bir çizgide hareket etmesi istenmiştir. Lider hep kendini perdelemeye çalışmış, ülkenin yaşaya geldiği bunca sorunlar karşısında yeniden milli mücadeleyi anımsatacak bir lider beyanatında bile bulunmamıştır. Halbuki bu kapasiteye yetirince sahipti. O ilmi Sağ ve İnkılap İlmini yazan kişinin kaleminden doru dürüst bir kitap çıkmadı.
1972’den 1980’e kadar yaşanan ve dozajı gittikçe artan millilikten milliyetçiliğe ve hatta Atatürkçülüğe doğru işleyen süreç bu tezimizi doğrulamaktadır. 1974 yılında çıkarılan 3 aylık Gerçek Dergisinde ilk defa milliyetçi/Türkçü bir çizgi yer alıyordu. Buna göre millet ideolojisi İslam’dan önce Türklerin hayatında mevcuttu, milli devlet de orada gerçekleşmiş, Osmanlıda bu pekiştirilmişti. Dergi 12 sayı çıkarıldıktan sonra kapandığı için Cumhuriyet döneminde ne olduğu ve nasıl bir kırılma yaşandığı üzerinde durulamadı, yani burada ciddi bir makas değişikliği olan, mücadelenin yenidenlik ekseni işlen(e)medi.
Faaliyetler gittikçe istikbal çizgisinden uzaklaştı(rıldı), buna göre Mustafa Kemal eksenli Cumhuriyet uygulamalarıyla sonuç alınmış ve yeniden mücadeleyle tamamlanması gereken bir konu kalmamıştı. 1978 yılında yayınlanmakta olan ve bir ara 35 bin tirajı yakalayan Bayrak Gazetesi kapatılıp yerine çıkarılan (ve muhtemelen 3500 tirajı geçmeyen) Haftalık Bayrak Gazetesi (daha doğru bir ifadeyle dergisi) nde Mücadele Birliğinin ruhuna aykırı yazılar yayınlandı. Burada milli mücadelenin tamamlandığı, sistem bazında yapılması gereken bir eksikliğin kalmadığı, Atatürk’ün dünya çapında büyüt bir lider olduğu ve gerekeni yaptığı görüşler ileri sürülüyordu. Daha önce Mustafa Kemal konusu üzerinde hiç durulmamış, ne Rıza Nur türünde belden aşağıya vuran bir yerme ve ne de Atatürkçülerin yaptığı gibi bir tanrılaştırma olmamıştı. Ne var ki bir büyük tarihi şahsiyet olarak kabul edildiğinde de bir Yeniden milli mücadele gereğini kendine amaç edinen bir hareketin Mustafa Kemale bakışı bütünüyle müspet olamazdı. Çünkü söz konusu eksiklikte en çok payı olan o idi.
1980’li yılların başında iş daha da ileri götürüldü ve CHP’nin altıoku hararetle savunuldu, toplumun istikbalinin önünde tıkaç görevi yapan CHP meşrulaştırılmaya çalışıldı. Sistem fiilen tamam olduğuna göre hareket de artık inkılapçı değil, ıslahatçıydı. Hatta bir kesimi kontrol altında tutmak için kullandığını düşünebileceğimiz partinin adı Islahatçı Demokrasi Partisi idi. Sistem konusunda Mücadelenin temel esprisi olan cedelin yerinde her haliyle bir barışçıllık vardı. Gerçi Mücadele birliği hiçbir zaman fiili kavgaya girmedi, elemanları hiç eline silah almadı. Edibali “çatışmacı bir ortamda arkadaşlarımı hiçbir zaman silahlı mücadeleye sokmadım” diyor ki bu açıklama elhak doğrudur, isteseydi fiili bir çatışmaya sokabilir ve kan dökülebilirdi, gerçekten de bu konuda sağ duyulu hareket etti.
Gelinen bu noktada bu konuşmamda başlangıçta ilke olarak kabul edilen ve sonra yeterince açıklanamadan kendisinden uzaklaşılıp bitirilen, milli mücadelenin yenidenliğini biraz daha açmak yararlı olacaktır. Çünkü Türkiye’nin tarihinde ciddi bir oluşum olan mücadelecilikten geriye kalan yalnızca bir arkadaşlık değil, hayatın sonlarına doğru yol alan bizlerin, arkamızdan gelenlere kalıcı bir mesajı olmalıdır.
Millî mücadele, genel olarak I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Mîsâk-ı Millî sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için 1919-1922 yılları arasında bütün bir milletçe gerçekleştirildiği için milli vasfını taşıyan geniş katılımlı çok yönlü, topyekûn bir kıyam olarak tanımlanabilir. Bu topyekun mücadelenin sonunda kısaca bağımsızlık demek olan istiklal kazanıldı. Yani Millî Mücadele hareketinin sonunda birinci aşama olan istiklal, bazı eksiklikleri bulunsa da kazanılmış, doğal olarak yeni bir devlet kurulmuştur. Hemen ilk günlerde modern teamüle uygun olarak bir İstiklal Marşı yazılmış, bağımsızlığın simgesi olan Bayrak tescil edilmiştir. Devlete konan seçkinciler alfabeden ölçülerin değiştirilmesine, kılık-kıyafet düzenlemesinden Batı ülkelerinden yeni yasaların ithal edilmesine kadar pek çok alanda reformlar yapmışlardır. Bu reformlar şüphesiz bazı işlevleriyle yapılması gereken reformlar olarak düşünülebilir. Mesela Batı alfabesinin alınmasına mevcut kültürü bir zenginleştirme işi olarak bakılabilir ve tabi bu haliyle de yadırganacak bir tarafı olamaz.
Ne var ki söz konusu hemen bütün reformlar bu bağlamda gerçekleşmemiş, tabir caizse toplumun yerli kültürü ve tarihsel misyonu ile hesaplaşmaya dayalı bir yol izlenmiştir. Böylece tarihsel birikimle uyumlu, toplumun beklentisine uygun düşen bir yapılanma gerçekleşmedi. Yani istikbali tam olarak sonuçlanmadı. Bu sonucu almak toplumun sağ ve sol kesimlerinde bir özlem olarak kaldı ve bir “yeniden milli mücadele”, (sol kesimin ifadesiyle bir “yeniden kurtuluş savaşı”) düşüncesi, varlığını hep sürdürdü ki buna istikbal adı verilir.
Millî mücadelenin ikinci aşaması olan İstikbal kısaca gelecek demektir. Bir toplumun geçmişten aldığı projeksiyonla yaptığı bir gelecek tasarımıdır. İstiklalin vurgusu “şimdi” ye, istikbalinki ise “geleceğe” dir. Ancak bu gelecek, kaynağını ve dinamizmini geçmişten alır. Biz kimiz sorusunun cevabı olan kimlik de bu projeksiyona dayanır. İstikbal, bir toplumun dünden bugüne taşıya geldiği tarihsel misyonun bir uzantısıdır. Var olanı destekleyen, geleceğe ışık tutan bir tarihsel misyonu olmayan toplumlar köksüzdürler, birleştiricisi olmayan bir kalabalıktırlar. Sosyoloji dilinde böylesi bir insan birlikteliğine halk denir. Halk, bir inanç birlikteliği olan millete (veya ümmete) karşılık, yalnızca refah peşinde koşan, kısaca bir tarihsel misyona sahip olmayan insan topluluğudur.
Bir toplumun kendine göre istikbali tarihsel misyonunun gerçekleştirimine bağlıdır. Dünya konjonktüründe ağırlıklı devletlerin varlık sebebi de budur. Tarihsel misyon ve onun kimlik gibi önemli unsurları her haliyle seçkinci zihninde teorik bir öge olarak inşa edilemez. Belki toplumun güncel misyonunda da belli ögeler var gözükmektedir. Ama içerikleri doldurulamadığı için işlevlerini de yerine getirememektedir. Mesela Türk kavramı Batı nezdinde 16. Yüzyıldan beri sadece bir ırkın adı değil, muhatap oldukları bir Müslüman kesimin adıdır. Cumhuriyet Türklüğü bir ırk olarak alınca yüzyıllardır birlikte yaşadığı Kürtlerle bile ciddi ilişki sorunları doğmuştur.
Toplumumuzun tarihsel misyonu saf dışı edilince güncel misyonu bir hayli sorunlu hale gelmiştir. Adı Türkiye Cumhuriyeti olan ulus devlet, yarım yüzyılı aşkın bir zaman sınırlarının dışındaki hiçbir Türk sorunu ile ilgilen(e)memiştir. Mesela Kıbrıs Türkü bizi uzun zaman ilgilendirmemiş, 1940 lı yılların sonuna kadar İngiltere vesayetinde olan Türkiye buraya bir resmi ziyarette bulun(a)mamıştır. Bir din olarak İslam vardır ama doğal haliyle değil, olması gerektiği şekliyle kabul edilmiştir. Buna göre bir tarihimiz vardır ama bu tarih, içinden çıkıp geldiğimiz Selçuklu, Osmanlı değil, pek çok toplumun da geçmişi olan çok uzaklardaki Etiler, Sümerlerdir. Üç kıtada etkin olan bir toplumun Ege adalarını 15 km uzaklıktaki Meis adasını seyretmeye adapte olmuş geniş bir aydın kesimi ve bunların takipçileri bugün Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslardaki etkinliklere karşı çıkar hale gelmiştir. Bu kısa açıklamalar bile tarihsel misyonumuzun nasıl dışlandığını ve toplumun buna niçin özlem duyduğunu anlatmaya yeter.
Konuyu özetlemek gerekirse Milli mücadelenin ilk aşaması olan İstiklal yüz yıl önce gerçekleştirildi. Yapılan reformların önemli bir kısmı işlevsel olarak yapılması gereken şeylerdi. Çünkü Osmanlı toplumsal yapısı da toz pembe değildi. Hemen bütün kurumlar bir yeniden yapılanmayı gerektiriyordu. Osmanlının enkazı üzerine oturtulmuş yeni devlet, bu sosyal politik yapılanmayı gerçekleştirmek, kurumları yeniden kurmak durumundaydı. Öyle de oldu ne var ki bu yapılanma tarihsel gelişim çizgisiyle örtüşmedi, toplum bir travma yaşaya geldi. Ünlü tarihçimiz Kemal Karpat’ın ifadesiyle toplumda bir “öze dönüş” özlemi süregeldi. Bununla birlikte yapılanlardan, bir kısmı önceden planlananlar çerçevesinde olmayan önemli sonuçlar doğdu, şapka politikasından şapkasız bir toplumun doğması gibi. Ama asıl sorun istikbal hedefinde kendini gösterdi ve bunun gerçekleşmesi ihtiyacı yerini hep korudu.
Bu eksiği tamamlamak için sağduyulu, yasal, bir “yeniden” mücadeleye ihtiyaç vardır. Mensubu olduğumuz Yeniden Millî Mücadele hareketi bu eksiği giderme amacını taşıyan bir hareketti, ama olmadı, başarısızlıkla bitti. Nostaljik hatıraların ötesinde saygı duyduğumuz insanlara dokunabileceği endişesiyle ciddi bir değerlendirmeden bile kaçındık. Tabii ki sağlıklı bir analiz, sürecin aktörlerini fiilen işin içine sokmakla mümkündür ve bu asla bir karalama işi değildir.
Şüphesiz bu sürecin en önemli aktörü lider olarak hareketi temsil eden Aykut Edibali’dir. Ne var ki hareketin yenidenliğinin üstünü örten de odur. Ancak bu gelişme sırf Edibali’nin, art niyetine bağlanamaz. Bu işte çevresindeki ilk kuşak elemanların ciddi kusurları vardır. İşi kontrol edememişlerdir. Edibali’nin işe iyi niyetlerle başladığında şüphem yoktur. Bizim dışımızdaki bazı yazarların hatıralarından da anladığım kadarıyla Edibali dini milli duyarlılığa sahip bir insandı. Tarihçi Mikail Bayram, hatıralarında bu konuda özetle şöyle diyor: “Edibali, öğrencilik dönemlerinde bile bir liderlik karizmasına sahipti ve arkadaş grupları içinde sözü dinlenir bir kimse idi ve teklifleri genel olarak kabul görürdü. Bir gün dini duyarlılığın artırılması için oturumların başında Hasan Basri Çantay’ın Kur’anıkerim Mealinden bir sayfa okunmasını teklif etmişti. Teklif karara bağlandı ve bu karar bir süre uygulandı”.
Bildiğimiz kadarıyla Mücadele Birliği kuruluşunda dışarıdan birilerinin dahli yoktu. Tabir caizse bir siparişe göre kur(dur)ulmuş değildi. Öncülerden Aykut Edibali, Yavuz Aslan Argun gibi elemanların Ziya Uygur, Hiram Abas gibi MİT mensubu bazı kişilerle görüşmelerinin olduğu, Mesela Ziya Uygur’un Siyonizm ile ilgili eserlerinden yararlanmış olmaları bu sonucu değiştirmez. Hareketin başından itibaren bir istihbarat uydusu olmadığı kanaatindeyim. O zamanlardaki Cağaloğlu’nun (millici kesimin) Ağabeyi olan Mehmet Emin Alpkan’ın “Mücadele Birliği, Mevdudi, Seyit Kutuplar gibi nevzuhur kişilerin Arap Müslümanlığına karşı bir milli İslam’ı temsil etmelerini istedik” gibi açıklamaları şüphesiz bir yüklemedir. Ancak MİT’in, teşkilatın bitirilişindeki rolü konusunda emin değilim.
Mücadeleden geriye deruni duygulara sahip, samimi bir arkadaş grubu kaldı. Bu bakiyenin ilk kuşağının bir kısmı dünyadan göçtü. (Allah hepsinin taksiratlarını affedip rahmetini üzerlerinden eksik etmesin). Arkadan gelen kuşaklar hayatta kişisel olarak veya birbirleriyle dost gruplar halinde toplumda önemli görevler yerine getirmekte ve başarılı da olmaktadırlar. Bu başarılarında teşkilattan aldıkları tecrübelerinin önemli bir yeri var mıdır bilemiyorum. Ama sosyal ilişkilerin gittikçe zayıfladığı bir ortamda güvenilir bir dostluk olduğundan eminim. Çünkü böylesi bir dostluk kolay elde edilebilir bir şey değildir.
Millî Mücadele hareketinin bakiyesi değerli arkadaşlarıma diyorum ki Yeniden Millî Mücadele’nin yeri açık durmaktadır. Bu belki bir teşkilatın, kısa süreli bir hamlesi ile gerçekleşecek bir şey değildir. Ama bilinç altımızda yerini korumalı, yapıp etmelerimizde bu düşünce ve inanca açık bir kapı bulunmalıdır. Çocuklarımıza/torunlarımıza, “biz bir zamanların mücadelecisiydik” demenin ötesinde bu davayı anlatabilmeliyiz. Kişisel Müslümanlığımızın ötesinde bir ümmet görevi olan bu davayı, içinde yaşadığımız refah toplumundan beklentilerimize kurban etmemeliyiz.
[1] (21- 24 Eylül 2023 tarihleri arasında Konya’da Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı tarafından gerçekleştirilen “Meram Dostluk Buluşması” toplantında yaptığım “Mücadele Birliğinin Sosyolojik Bir tahlili” adlı konuşmanın metnidir.)