Filistin'de ihanet, 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un Yahudi liderlerden Lord Rothschild’e gönderdiği ve kendi adıyla anılan Balfour Deklarasyonu ile başladı. Henüz Osmanlı Devleti'nin sona ermediği bir zamanda İngiltere, Basel merkezli Siyonist kongre üyelerine Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasının onaylandığını ve yine bu hususta Yahudilere gereken desteğin verileceğini belirtiyordu.
Adı geçen deklarasyonun mahiyetini ve geleceğini anlayan ve felaketin boyutlarının nereye varacağının bilincinde olan Kudüs Müftüsü Şeyh Emin El-Hüseyni ve İzzettin El-Kassam ilk soylu direniş ve mücadeleyi başlattılar. Zira 1917’den 1947 yılına kadar geçen 30 yıllık süre Filistin topraklarına İngiliz himayesinde yoğun bir şekilde Yahudi göçünün yaşandığı yıllar olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı'nın yegâne galibi olan ABD, Cemiyet-i Akvam’ın yerine kurulan Birleşmiş Milletler nezdinde 181 sayılı BMGK kararını aldırttı (29 Kasım 1947). Bu karar gereği başlıca iki devletli bir çözüm ile Kudüs'ün uluslararası bir statüye teslimi öngörülüyordu. Daha ilk günden itibaren İsrail'in kurucu Başbakanı Ben Gorion, Kudüs'ün statüsünü kabul etmeyeceklerini duyurdu. Zaten İsrail kurulduktan sonra da (14 Mayıs 1948), 4 Nisan 1950'de Ben Gorion, Kudüs'ü İsrail'in ebedi başkenti ilan etti.
İlki, İsrail devleti kurulduktan sonra başlayan (1948) ve sonuncusu 1973 Ekim ya da Yom Kippur Savaşı olan İsrail-Filistin savaşları, Batılı güçlerin desteği ve halklarına rağmen iktidarlarını sürdürmek isteyen bölgesel Arap yönetimlerinin katkıları ile sürekli Filistinlilerin toprak ve insan kayıpları ile sonuçlanmıştır. Yalnızca 1948 Savaşı bile dikkate alındığında, bu savaşın sonucunda Filistin Toprakları’nın üç ülke tarafından paylaşıldığı görülmektedir. Bunlar Ürdün, Mısır ve İsrail’dir. Bilhassa Doğu Kudüs 1967 Haziran Savaşı'na kadar Ürdün’ün işgalinde kalmış olup, Ürdün yönetimi; Batı Şeria, Nablus gibi yerleşim yerleri de kendi işgalleri altında olduğu halde Filistinlilere devlet olma imkânını vermemiştir.
1967 Savaşı sonrası İsrail; Sina, Golan tepeleri, Gazze, Doğu Kudüs, Batı Şeria gibi yerleri işgal etmiştir. Savaşın ardından BMGK’nin almış olduğu karar gereği İsrail'in 1967 öncesi topraklara çekilmesi, Filistinli mültecilerin topraklarına dönmesi, Kudüs'ün her üç dinin de mensuplarının katkıları ile bağımsız bir yönetime kavuşturulması plânı-kararı İsrail tarafından dikkate alınmamıştır. Keza 1973 Yom-Kippur Savaşı sonrası BMGK’nin almış olduğu ve yine 181 ve 242 sayılı kararların teyidi mahiyetindeki karar da İsrail tarafından dikkate alınmamıştır.
Arap dünyasının en kalabalık ve en büyük ülkesi olan Mısır ile İsrail arasında varılan Sina Anlaşması ile (1975) Enver Sedat ve Meneham Bagin el sıkışmışlar ve birbirlerini tanıdıklarını tescil etmişlerdir. Bu anlaşma İran Devrimi sonrası (11 Şubat 1979) İsrail’in güvenliği açısından yeni ve İsrail'in güvenliğini pekiştirecek Camp-David sözleşmesi ile (26 Mart 1979) ete-kemiğe bürünmüştür.
Savaşlar bitti. İşgal ve katliamlar dönemi başladı. İşgal ve katliamlara karşı bir taraftan İran destekli Hizbullah Örgütü kurulurken, diğer yandan Gazzeli bir doktor olan Fethi Şikaki ve arkadaşları ‘İslami Cihad’ örgütünü kurdular. Şehit Şeyh Ahmet Yasin ve arkadaşları ‘HAMAS’ı hayata geçirdiler. Keza Lübnan’da Şeyh Mahir Hammud Önderliğinde ‘İslami Alimler Topluluğu’ oluşturuldu.
İlki 8 Aralık 1987'de İsrailli bir aracın Filistinli işçilerin üzerine gitmesi ve 4 Filistinlinin şahadeti sonrası başlayan “İntifada”yı, Eylül 2000 yılında İsrail'in o dönem Savunma Bakanı olan Ariel Şaron’un kirli ayakları ile Mescid-i Aksa’ya girmesi ardından başlayan “İkinci İntifada” takip etmiştir. İntifada hareketlerinin İsrail’i köşeye sıkıştırdığı bir zaman diliminde Amerika 17 Ocak 1991'de Körfez Harekâtını başlattı. Bu Harekâtın önemli amaçlarından birisi de “İsrail'in güvenliği” idi. Bu nedenle Körfez Harekâtı’nın hemen ardından Madrid Konferansı (Kasım 1991) başlatıldı. 13 Eylül 1993'te Oslo Mutabakatı özelinde Washington Anlaşması imzalandı.
Bu anlaşma aslında ‘Yüzyılın Anlaşması’ olarak 28 Ocak 2020'de duyurulan 80 sayfalık metnin daha anlaşılabilir bir şeklidir. Washington Anlaşması ile zaten Filistin diye bir devletin olmadığı, keza Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğu, Yahudi yerleşimcilerin yerlerini muhafaza edecekleri, Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönmelerinin imkânsız olduğu, İsrail karşıtı tüm örgütlerin ‘Yarı Özerk Filistin Yönetimi’ (YÖFY) tarafından imha edileceği, İsrail aleyhtarı tüm basın-yayın faaliyetlerinin durdurulacağı, askerî, diplomatik hiçbir yetkinin YÖFY’de olmayacağı gibi birçok husus 13 Eylül'de Washington Anlaşması ile kayıt altına alınmıştı. İzak Rabin, Yaser Arafat ve Mahmud Abbas'ın el sıkışmaları ile sonlanan anlaşma, 4 Mayıs 1994 Kahire Konferansı ve Anlaşması, 18 Eylül 1995 Taba, 23 Ekim 1998'de Wyh Plantation Anlaşmaları ile de teyit edilmiştir.
28 Ocak 2020 de ABD Başkanı Trump'ın İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Washington’da açıkladıkları: ‘Yüzyılın Anlaşması’ metni yukarıda sıraladıklarımızın bir devamı ve teyidi mahiyetinde olup; bırakınız Filistinlilere ‘refah dolu bir gelecek’ vaadini, Filistinlilerin bugününü de, geleceğinide karartan bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. Metinde özellikle İsrail'in güvenliğinin tam anlamıyla teminat altına alınmasına vurgu yapılmakta. Kudüs'ün İsrail'in bölünmez başkenti olduğu ve İsrail'in egemenliği altında olmasının gerekliliği kayıt altına alınmaktadır. Yahudi yerleşimcilerin yerlerini terk etmeyecekleri ve yine Filistinli mültecilerin bulundukları yerlerde kalmaları öngörülmektedir.
Barışa hiçbir katkı sunmayacak olan planın mimarları iki ergen Yahudi gencinin ki: birincisi Damat Kushner, ikincisi onun arkadaşı 30 yaşında bir başka ergen olan Avi Berkowitz’in bu planı, tarihe ‘yüz karası’ bir plan olarak geçmeye mahkûmdur. Her iki Yahudi genci de ‘Tarihi unutalım’ derken, diğer yandan da Kudüs'ün üç dinin de, Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam'ın kutsallarının olduğu bir yer olmasının da altını çizmeyi unutmuyorlar! Aslında bu yaklaşımları ile tıpkı büyükanneleri, İsrail'in eski başbakanlarından Golda Meir gibi Filistin halkını yok saymaktadırlar. Zira Golde Meirde 1969'da bir soru üzerine verdiği beyanatta, “Siz hangi Filistinliden bahsediyorsunuz. Filistin ve Filistinli diye bir halk yok ki, Filistin topluluğu olsun, Filistin diye bir devlet olsun.” Arap yönetimleri Meir'den farklı mı düşünüyorlar? Hayır! Nitekim 24 Ekim 1994'te Araba Çölü Anlaşması diye bilinen Ürdün-İsrail Anlaşmasının imza töreninde İzak Rabin, Ürdün Kralı’na hitaben ‘Dedeniz Abdullah da bize yardımcı olmuştur.’ Diyebilmiştir.. Gerçi Türkiye'den de benzer sözler söyleyenler olmuştu. Mesela bir zamanlar Türkiye'nin başbakanlığını yapan Tansu Çillerde Kudüs'te İsrail Başbakanı İzak Rabin onuruna verdiği yemekte: “Barışı yapanlar kutsansın.” diyerek başladığı konuşmasını: “İsrail halkının tüm ümit ve rüyalarının gerçekleşmesi için…” ifadesi ile kadehini kaldırarak tamamlamıştı. (Bak. Sabah gazetesi 5 Kasım 1994) İsrail halkının en büyük ümidi Nil’den Fırat'a kadar olan Arz-ı Mevud’dur. Ve tabii ki bunun içerisinde Türkiye'nin de bir kısım toprakları girmektedir.
Bugün eğer iki Yahudi gencinin hazırlamış olduğu ve tüm tarihi gerçekleri inkâr eden, Filistin ve Filistinlileri yok sayan, bu yok saymaya da çeşitli gerekçeler üreten ‘Yüzyılın Yüzkarası’ antlaşma metni dünya kamuoyu önünde paylaşılıyorsa bunun vebali sadece ABD'nin, Yahudilerin, AB'nin değil, bizlerin, Tüm İslam dünyasının omuzlarındadır. Eğer İslâm dünyası onların yüreklerine Allah'tan daha çok korku salamıyorsa Kur'an aynasında İslâmî kimlik ve imanını gözden geçirmelidir. (Bak. Haşr suresi 13. ayet)
Filistin davası, Kudüs davası sadece Filistinlilerin, Arapların, Acemlerin değil tüm Müslümanların hatta tüm insanlığın davasıdır. Bunun için tüm Müslümanlar, İslam Dünyası, Hristiyan Dünyası, erdemliliğini yitirmemiş tüm Yahudiler, tıpkı 2008 Gazze saldırılarında Gazze'yi bombalamayı reddeden 27 İsrailli pilotlar gibi ve yine Amerikalı Rochel Corrie gibi sorumluluk bilinci içerisinde Siyonist Yahudilerin ve onların destekçilerinin karşısına dikilmelidirler. Gerekirse ekonomik, kültürel, enformatik, siyasi-askeri mücadeleyi başlatmalıdırlar.
Bir hatırlatma; İsrail'e meşruiyet kazandıran husus, BMGK' nin 1947’de aldığı 181 sayılı karar değil, 26 Mart 1949'da T.C.’nin CHP’li Başbakanı Şemsettin Günaltay zamanında İsrail'i tanıması kararıdır. Keza bu karar 29 Ocak 2009'da T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos’ta ‘oneminute’ çıkışı ile ‘yok hükmünde’ olmuştur. Bu da gösteriyor ki, kararlı, bilinçli adımlar atılması halinde karşımıza cesur bir rakip değil, korkak, güçten anlayan sinsi bir güruh çıkmaktadır.
Bizler insani ve İslami duyarlılığını yitirmemiş özel ve tüzel kişilikler olarak Trump ve Netenyahu ikilisinin almış olduğu ‘Yüzyılın Anlaşması’ kararını yok hükmünde görüyor, adı geçen anlaşma metnini ve o metni hazırlayan, destekleyen, alkışlayan tüm oluşumları ‘Tarihin Yüzkarası’ olarak nitelendiriyor ve İnsani-İslami mücadelenin ehemmiyetine inanıyoruz. Bu nedenledir ki, sonuna kadar Kudüs’ün, Filistin’in, Filistinlinin yanında olduğumuzu bir kere daha ifade ediyoruz.