Bir seyyah, İslâm dünyasının en batı ucundan, Mağrib’den yola çıksa… Her ülkede birkaç ay kalarak, en doğuya kadar gitse… Ayak bastığı her yerde İslâm’ın toplumsal hayattaki tezahürlerini gözlemlese, Müslümanların tartıştıkları ve meşgul oldukları meselelere kulak kabartsa, toplumlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları not etse… Bu uzun seyahatin sonunda da, Müslümanların yaşam biçimleri ve dünyayı algılama yöntemlerine dair izlenimlerini, yorumsuz olarak kayda geçirse… Acaba nasıl bir manzarayla karşı karşıya kalırdık? Böyle bir tabloda, ayrışma ve çatışma noktalarının, ittifak ve uzlaşma noktalarına galebe çalacağı açık. Hatta öyle ki, sırf bu ihtilâf ve çekişmelerin yoğunluğu yüzünden, “İslâm dünyası diye bir yer yok” cümlesi -günümüzde eskisinden daha sıklıkla- telaffuz ediliyor. Hem Müslümanlar hem de Müslümanları dışarıdan izleyenler tarafından.
Müslümanların İslâm’ı anlama ve yaşama şekillerine dair bütün tartışmalarda, söz mutlaka “şeriat”a gelip dayanıyor. İslâm her ne kadar “şeriat”la özdeşleştirilse ve muarızlarının dilinde “şeriat” üzerinden mahkûm edilmeye çalışılsa da, bizatihi Müslümanların algı dünyasında şeriatın tek bir tanımının ve üzerinde uzlaşılmış bir pratiğinin bulunmadığı görülüyor. Yalnızca Sünnî-Şiî ayrımı yüzünden değil, homojen kesimler içinde bile kıyasıya görüş ayrılıkları, fikrî çatışmalar ve oldukça derin yorum farklılıkları mevcut. Öyle ki, eskaza bir yerde şeriat ilân edilecek olsa, ona ilk itiraz da diğer Müslümanlardan geliyor. Yine, hasbelkader “şeriat yönetimi”nin hakim olduğu bazı coğrafyalarda, şeriat, zaman içinde rakip Müslüman grupların kökünün kurutulmasına, çekişen kliklerden birinin baskın çıkmasına ve siyasî hesaplarla toplumların tepeden dizaynına yarayan bir malzemeye dönüşüyor.