Artık tamamıyla yabancıladığımız bir dünyada ya bir sığıntı gibi köşede bir yerde kalmayı seçeceğizdir ya da üzerine "ant içilen bir zaman"ı yakalamak için çoğunluğun tercihlerine kanmayıp sağlam ve sahih bir istikamet tutturmanın yollarını arayıp bulacağızdır. Gerçekten de dünya çoktan ayıp zamanlara evrilmiştir. Artık bir şeyler söylemek lazımdır, dile yeni görevler yüklemek, zihni temiz hedeflerle buluşturmak gerekir. Sahi bildiğimiz ve içinde bir şekilde "idare ettiğimiz" dünyaya hangi arada neler olmuştur?
"Ayıp zamanlar", aramızdaki tüm farklılıkları bir şekilde sıfırlayarak üzerinde uzlaşacabileceğimiz kullanışlı bir terkip. "Sıradan" halkın, "eğitilmiş" toplumun, "elit" sınıfların, "garip gureba" ahalinin, "bilge" entelektüellerin, "sorumluluk sahibi" aydınların ve "seçilmiş" alimlerin asla bigane kalamayacağı açıklayıcı bir durum bildirimi. Her birimiz epeyce bir süredir derinlemesine idrak ettiğimiz bir sürecin "efradını cami ağyarını mani" düzeyde adını koymaktan bitap durumdayız. Oysa yaşadığımız ve bütün çeşitliliğimizle hissettiğimiz "ayıp zamanlar"dır.
Zor olanı seçmek
Dünyaya farklı zaviyelerden bakarız. Durduğumuz yer, bakış açımız, kavrayış gücümüz, melekelerimiz, değerlendirme ölçütlerimiz bizde zamanla kendine özgülükler oluşturur. Referans dünyamız, bağlandığımız değerler, kişisel algılarımızın hacim ve sınırları gördüklerimiz ve duyduklarımız hakkındaki çıkarsamalarımız üzerinde tartışmasız etkili olur. İstisnai yanlarımızla toplumsal kazanımlarımız birbiriyle örtüşür ve giderek kişiliğimiz billurlaşır. Böylece ya vasata dâhil olarak herkes gibi olmanın bir yolunu bulur, dünyayı biraz daha sorunsuz yaşarız ya da kendine özgülüğümüzü sürekli canlı tutarak zor olanı seçeriz; çoğunluğun nezdinde "cins" oluruz, "garip" oluruz, "tuhaf" oluruz. Çoğu zaman bu tercihlerimiz bizi başkalarından ayıran yegâne özelliğimiz olur. Ondandır kalabalıklara karışmayız, duruşumuzu sık sık belli etmek zorunda kalırız. Başımıza gelecek bir çilemiz varsa gelsin; yüksünmeyiz, çekeriz. Yanı sıra bütün bunların nasıl olup da onca insan ve onca kader arasında gelip doğrudan bizi bulduğuna da şaşmayız, hatta hiç mi hiç bunları dert edinmeyiz. Biliriz, bütün bunları biz istemişizdir. Hem başkasının görmediğini görmeyi, kimsenin duymadığını duymayı, elalemin bir türlü anlamaya yanaşmadığı şeyleri anlamayı heves edip dertlenen başka kim olabilir?
Etrafımızda olup bitenleri hakikaten görmek, gerçeklik dünyasını hak ettiği derinlikte kavramaya emek vermek, mevcut olgu ve bulgulardan şimdi ve gelecek için cesur muhakemelerle çıkmak sanıldığının aksine herkesin harcı değildir. Ondandır "resmin tamamını görmek", "olaylara nüfuz etmek", "işin aslına vakıf olmak" gibi ifadeler pek çoğumuz için klişe bir özlem olmaktan öteye gitmez. Girift konulara kafa yormak, başkasının acısıyla hemhal olmak, olası her durumda zorlukları göze almak, doğruya doğru eğriye eğri demeyi düstur edinmek, imtiyazlılardan değil hakikatin keşfine adanmış simalardan yana olmak aklı başında olan herkes için birbirinden kıymetli değerler üretse de bu erdemler de sonuçta ortaya çıkaracağı bedeller, yükler ve imtihanlar yüzünden ancak kenardan bakılarak izlenen birer temsil olarak takdir edilmekle sınırlı kalmaya mahkum edilirler.
Dünyaya dikkat kesilenler genel geçer yaklaşımların aksine orada görmek istediklerine değil orada gördüklerine odaklanmak isterler.