Bazen gençlerin “her şeye geç kalmışlık” duygusu altında aşırı bitkin düşüşüne tanık oluyorum. 22 yaşındaki bir genç kız “Sizi okumak için çok geç kaldım” demişti Üsküdar Kitap Fuarı’nda. Oysa kendisiyle “tam da vaktinde” tanışmıştık.
Seçenekler çoğaldıkça insanlar seçmediklerine geç kaldığını düşünüyor ya da yanlış olanı seçtiği için vaktinin boşa gittiğini. Bu marketten alınan bir paket nohut, henüz tanışılan birisi ya da henüz haberdar olunmuş bir kitap için dahi böyle.
Bendenizi en çok ilgilendiren kısım, elbette mesleki olarak bir kitaba geç kalmış olmak bahsi. Rakamların dünyasına hapis olduğumuz için iyi olanı, doğru olanı sayısal performanslarda arıyoruz. Kitap okuyanların değil, okuduğu kitapların fotoğrafını çekip paylaşanların dünyasında elbette “o kitabı herkesten önce okumak” önemli. Henüz yaz bitmemişken kış sezonunun en iddialı parçalarını o sıcağa rağmen sırtına geçirip dolaşanlarda olduğu gibi bazıları “ilk olmayı, birinci olmayı, herkesten öne geçmeyi” aşırı önemser.
Hâlbuki kitabı herkesle birlikte ya da herkesten önce okumanın bir önemi yoktur. Önemli olan bizim o kitabı nasıl okuduğumuz ve okuduktan sonra onunla ne kadar birlikte yürüyebildiğimizdir. İyi bir okuyucu kitaplarla birlikte yürür. Hayır yanlış anladınız, çantanıza kitap atıp yürümeyi, bir kafede kitapla selfi çekmeyi kastetmiyorum. Neyi kastediyorum? Kitaplardan bize bir duygu kalır. O duygu ne kadar derine yerleşirse o kadar bizimle birlikte olur. Hani kimselere anlatamadığınız ama anlatırsanız rahatlayacağınız, kederliyseniz kederinizin azalacağı, neşeli iseniz neşenizin çoğalacağı anlar vardır. Yanınızda bütün bunları anlatabileceğiniz biri olsun isterseniz ve o biri olmadığı için kendinizi dünyanın en yalnız insanı zannedersiniz. Kitaplardan nasibimize düşen sahneler, işte o yalnızlık kuyusuna düşmemizi engeller.
Edebî metinler bize zamanın gelip geçişini hissettirir, bazı edebî metinlerde zamanın geçişini satır aralarından izler gibi oluruz. Gelip geçen zaman içinde, bedenimizin fani oluşunu, ancak ruhumuzun tekâmülü ile “ötelere” varabileceğimizi hissederiz ve bu his ile birlikte her şey kendi yerini bulur ve biz öncelikler sıralamasını, pişmanlık duymayacağımız bir sahihlik içinde kavrarız.
Kitaplardan bize kavramlar kalır. Kavramlar tefekkür etmenin eşiğidir. O eşik geçilmeden düşünceler birbirine eklenmez. Tefekkür etmek deyince insanlar yekpare bir zaman içinde “şimdi tefekkür saatim başlıyor” gibi bir şey anlıyor.
Kişi ruhunun basamaklarından ders ala ala çıkar. Bazen çıktığı yerden geri düşer. O düşüş belki de ona birkaç basamağı birden atlama erdemi kazandırır. Bu dünyada kendimize yapacağımız en büyük iyilik, ruhi olgunluğa erişmektir.