Yıl 1962. O zamanlar dokuz yaşında bir çocuktum. O yıllarda bizim köye pek fazla motorlu araç gelmezdi. Daha doğrusu, motorlu araçların geleceği doğru düzgün bir yolumuz yoktu. İlçeye gitmek için Malatya’yı Hekimhan’a bağlayan şoseye kavuşmamız gerekiyordu. Kışın sonuna doğru, köyü şoseye bağlayan toprak yol, neredeyse kaybolurdu. Her yıl, bu toprak yol, İlkbaharın ortalarında, muhtemelen Nisan ayı başlarında, köy muhtarının nezaretinde köylüler tarafından düzeltilirdi. Köy halkı bu işi imece usulü yapardı. O zamanlar devletin bu yolları düzeltecek imkanları ve iş makinaları sınırlıydı. Köylüler, bozuk toprak yolu, kış mevsiminde karın ve yağmurun etkisiyle kapattığı taşı toprağı, kazma kürekle ve kol gücüyle temizlerlerdi. Yolun geçtiği dere yataklarında coşkun dere sularının ağızlarında açılan yarları düzeltirler, selin getirdiği taşları yol kenarlarına ittirirlerdi.
Köyümüze bu yoldan gelse gelse devlet görevlileri gelirdi. Gelen memurların altlarındaki araçlar ise üzeri tente ile kaplı olan jiplerdi. Bu memurların köye gelişleri sanıyorum yılda birkaç kereyi geçmezdi. Onun dışında köylüler İlçeye giderken o dönemin taşıma aracı olarak at, katır ve eşekleri kullanırlardı. O dönemin motorize gücünü bu yük hayvanları oluştururdu. Daha önce de birkaç kez köye bu türden arazi tipi jiplerin geldiğine şahit olmuştum. Köyün çocukları birlikte koşar gider, gelen araçları üç dört kilometre öteden karşılar, araç köye girinceye kadar da takip ederdik. Araç köyü terk ederken de tekrar var gücümüzle bu koşuya devam eder, gözden kayboluncaya kadar izlerdik.
Bu kez aracın gelişini nasıl olduysa fark edememiştik. Jipi, ancak köyün girişine geldiğinde görmüştük. Jip, köyün en büyük çeşmesi Karagözü elli metre kadar geçtikten sonra durdu. Köyün çocukları olarak büyüklerin hemen arkasında durup, gelenleri seyre koyulduk. Köy Muhtarı ve köyün birkaç ileri geleni de oradaydı. Köylüler kendi aralarında gelen kişilerin veteriner olabileceğini söylüyorlardı zira köyümüzü ve çevre köyleri kapsayan Hekimhan İlçe sınırlarında, at ve katırlarda, Ruam hastalığı denilen bir hastalık baş göstermişti. Çocuk aklımızla bizim ilgimizi çekense, içindekilerin kim olduğu neden geldiği değil, aracın kendisiydi. Aracın lastiklerinden kaportasına, farlarından çamurluğuna kadar her yanını inceliyorduk. İki kapılı olan aracın arkasında oturanların ön kapıdan süzülerek çıkması için önce önde oturanın araçtan inmesi gerekiyordu. İlkin içlerinden fötr şapkalı olan memurların çıktığını anımsıyorum. Bunu arkada oturan diğer iki memur takip etmişti.
Köy Muhtarı Hüseyin Dayı gelenleri karşıladıktan sonra köyün bekçisine yöneldi ve yüksek bir damın üzerine çıkarak veterinerin geldiği bilgisini tüm köye duyurmasını söyledi. Bekçi köylülere at ve katırlarını getirmelerini söyleyecekti. Yeri gelmişken hatırlatayım. O tarihlerde tüm evlerin üzeri toprak damdandı. Anlayacağınız tuğla ya da kiremitten yapılmış bir çatıya rastlamak mümkün değildi. Bir istisnayla; ilkokul binası ve köy camisi. Bu iki yapı köyde çatısı olan tek yerdi. Köy Bekçi’sinin yüksek sesle çığırmasının ardından, sırayla köylüler hayvanlarını getirmeye başladılar. Belli ki Muhtar köylüleri bu konuda önceden bilgilendirmişti.
İlk gelen Cafer Emmi’nin beyaz atı oldu. Sonrasında diğer köylüler sırayla at ve katırlarını evlerine en yakın boş alanlara getirdiler ve sonrasında kazma kürekle çukurlar açmaya başladılar. Sonrasında veteriner, çukurların başına getirilen hayvanlara sırayla iğne yaptı. Çok geçmeden hayvanlar yere yığılmaya başladı. Yığılan hayvanlar çukurlara itiliyor, üzerleri önce kireç ve daha sonra toprakla dolduruluyordu. Bu hayvanlara neden böyle muamele edildiğini ise büyükler kendi aralarında konuşmaya başladığında anladım. Ruam hastalığı bulaşıcıymış ve insanlara da bulaşabilirmiş. Bu yüzden bu hastalığın çıktığı yerde at, katır ve eşekler hasta ya da sağlıklı olmasına bakılmaksızın tedavi edilmez, itlaf olunurmuş. Köylülerin hayvanlarını kuzu kuzu getirmelerinin sırrı da böylece anlaşılmış oldu. Bu devletin kanunuymuş. Devlet, öldürülen hayvan başına sahiplerine belirli bir para ödüyormuş.
O tarihte ben dahil hiçbirimizin aklına benim büyüyüp liseden sonra, Ankara’da Veteriner Fakültesinde okuyacağım ve veteriner hekim olacağım gelemezdi. Veteriner Fakültesinde okurken hayvanlardan insanlara bulaşan diğer hastalıklarla birlikte Ruamı da detayları ile öğrendim. Çocukluğumdaki köye gelen veteriner ve yardımcısı sağlık memurlarının halini ise hep hayalimde tuttum. Ne öğrenciliğimde ne de ileri yaşlarda bir türlü unutmadım.
Ruam tek tırnaklı hayvanların bir hastalığı. Yani at, katır ve eşeklerin hastalığı. Bu hastalığın insanlara bulaştığı da biliniyor. Ancak insandan insana bulaştığıyla ilgili bir bilgi yok. Bugün en önemli risk, yarış atlarında ortaya çıktığı taktirde ekonomik açıdan büyük kayıplara neden olacağı. Özellikle motorize birliklerin olmadığı dönemlerde at ve katırlar ülkelerin savunma gücünde de önemli yer tutuyorlardı. 1. Dünya savaşında Almanların Rus süvari alaylarına bu hastalığı bulaştırarak onları güçsüz hale getirdikleri bilinenler arasında. Yani Ruam geçmişte bir biyolojik silah olarak da kullanılmış. Kim bilir ruam etkeni mikrop, potansiyel bir biyolojik silah kaynağı olarak hâlen hangi ülkelerin elinde saklanıyordur...Bizde de Balkan savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında at ve katırlarda ruamın çıktığı biliniyor. Hatta üç veterinerimizi bu hastalıkla mücadele ederken, laboratuvarda araştırma yaparken kaybetmişiz. Veteriner Binbaşı Ahmet Bey’i ve Veteriner Yüzbaşı Hüdayi Bey’i 1928’ de, Veteriner Kemal Cemil Bey’i ise 1934’ de. 1969’ lu yıllardan sonra ülkemizde tamamen sönen hastalık , son yıllarda (2017-1019 ) İstanbul’da Adalar’da tekrar ortaya çıktı. Buradaki faytonları çeken atların itlafı ile hastalığın yayılmasının önüne geçildi. Şükür ki artık ne ülkemizde ne de dünyanın genelinde bu hastalık artık hayvanları ve insanları tehdit eden hastalıklar arasında yer almıyor. İşte bizim köyde ortaya çıkan Ruam; bu özellikleri taşıyan bir salgın hastalıktı.
Tekrar anlattığım günlere dönecek olursak; Köydeki hiç kimse elinde bulunan tek tırnaklı hayvanların devlet gözetiminde itlaf edilmesine ses çıkarmamıştı. Bunun bir istisnası oldu; Ali Emmi.
Ali Emmi, babamın birkaç yaş büyüğü olan kardeşi ve duvar komşumuzdu. Üç kız babası olan Ali Emmi kızlarını evlendirmiş ve karısı Fatey (Fatma ) Ana ile birlikte yaşıyordu. Erkek evladı olmadığından mı ne, erkek çocuklarından pek haz etmezdi. Kurtuluş Savaşı’na asker olarak katılmıştı. Savaştan köye sağ selim dönen birkaç kişiden biri olduğu söylenirdi. İlkokul ikinci sınıfı köyümüzde okuduğum yıl öğretmen, yakınlarınızdan Kurtuluş Savaşı’na katılıp hayatta olan varsa hatıralarını yazıp getirin demişti. Ben soluğu hemen Ali Emmi’min yanında almıştım. Çocuk aklımla onun anlattıklarını defterime yazdığımı hatırlıyorum. Aklımda onun anlattıklarından ;
“Kurşunlar ilk sırada kulağımın yanından vızıldayarak geçiyordu. Ancak daha sonra bunlara alıştım. Artık ondan sonra pek ürkmedim ve korkmadım. Artık ne ölüm ne kalım aklıma geliyordu” demişti. Daha sonra “ Biz bazen Yunanı ileri sürüyorduk. Bazen de onlar bizi demesi” aklımda kaldı. Daha sonraki yıllardaki bilgilerimle anladığım Ali Emmi’nin ilk anlattıkları Sakarya Meydan Muharebesi öncesiydi. Sonrada “gavurun oğlunu önümüze kattık sürdük taa İzmir’e doğru” demişti.
Ali Emmi’nin Katırı iri yapılı, at gibi boylu boslu bir yük hayvanıydı. Ali Emmi üzerine bindiğinde küheylan gibi hızlı gider, onu ilçeye ve diğer gideceği köylere götürürdü. Onunla harmandan yük taşır, değirmene buğdayını öğütmeye giderdi. Katırının sırtına bindiği gibi doğru ilçemiz olan Hekimhan’a ve Çüzüngüt (Güzelyurt), Goyzun (Kocaözü) köylerine gider oralarda baba dostları hısım ve akrabaları ziyaret eder, misafir olurdu. Dönüşünde de bu köylerde bol yetişen meyvelerin kurularından, kuru dut, pastık (pestil ), ceviz, çir (kaysı kurusu), kesmece ile dolu heybeyle köye dönerdi. Misafir gittiği aile dostları, akraba ya da hısımlar onun heybesini dolu gönderirlerdi. Köylerimizde o yıllarda bu tür meyve mahsullerinin parayla satması da pek de alışılmış bir durum değildi. Köylünün kendi mahsulü olan ürünlerin para karşılığı satılması ayıp karşılanırdı. Ali Emmi’nin sonbahar aylarında bu seferlerinden köye yüklü ganimetlerle dönüşü, katırının üzerinde iki yandan sarkan heybesinin şişkinliğinden anlaşılırdı. Bunu gören köylüler, Ali gene yüklenip gelmiş derlerdi . Anlattığım yılardan daha önceki yıllarda yani yaşımın daha küçük olduğu dönemlerde, Ali Emmim katırının üstünde eve yaklaştığında, önüne çıkar, Ali Emmim geldi diye bağırırdım. Karşılama hakkım olarak bazen bana bir avuç kuru üzüm, leblebi, kuru dut verdiği olurdu. Bunun dışında getirdikleri kuru meyveleri karısıyla birlikte yer kimseye zırnık koklatmazdı. Katırını ihtiyaç duyan komşularından birisi ödünç istese asla vermezdi. Hayvanıma zarar verirsiniz diye ret ederdi.
Katır da sahiden Ali Emmiye sadık bir hayvandı. İnsanların bazen “katır gibi inatçı “ sözüyle hiç alakası olmayan bir tabiatı vardı. Oldukça uslu, diğer katırlara göre kafası daha büyük, iri kulakları olan bir hayvandı. Normalde katırlar daha çok eşeğe benzerken sanki Ali Emmi’nin katırı boyunun yüksek oluşundan mı ne biraz atı andırıyordu. Vücuduna göre ayak kısmı kısa ve ince yapılıydı. Diğer katırların ve eşeklerin bazen insanları ısırdığı olurdu. Onun hiç kimseyi ısırdığını duymamıştık. Genellikle insanlar katırların tekmesinden sakınırlardı. Ali Emmi’nin katırının erkek olmasına rağmen tekme attığı da görülmemişti. Diğer katırlarla birlikte durduğunda hem endamda, hem de boyda onlara fark atardı. Bu yüzden ben, çocuk gözümle ona katır değil at nazarıyla bakardım. Sadece ben değil, Ali Emmi de. Katır sahipleri normalde katırlara atlar kadar itibar etmezlerdi. Yemelerine atlar kadar özen gösterilmezdi. Yani ikinci sınıf hayvanlar olarak itibar edilirlerdi. Ancak Ali Emmi Katırına atlardan da daha fazla itibar eder onun yemine suyuna özen gösterirdi. At gibi onu kaşağılar, tüylerinin düzgün görünmesini isterdi. Asla ona eziyet etmez her zaman iyilikle ona muamele ederdi. Çoğu zaman insan gibi onunla konuştuğu da olurdu. Her ne kadar o tarihte hayvan hakları konusunda Evrensel Hayvan Hakları Beyannamesi (1978 ) kabul edilmese de Ali Emmim katırına davranışıyla bu beyannamenin içinde geçen tüm hayvan haklarına hatta fazlasına riayet ederdi. Oysa o yıllarda sadece katırlar değil at ve eşeklerin de sahiplerinden iyi muamele gördüğü söylenemezdi.
İş güçlerinden Amerika’da en yararlanılan hayvanlar neredeyse 20. Yüzyılın ortalarına kadar katırlar olduğu söylenir. Hatta söylenildiğine göre 20. Asrın başlangıcında katır sayısının ABD de 6 milyon kadar olduğu kayıtlarda yer alıyordu. Sanayileşme ile bu sayı azalarak katırların iş gücünden yararlanmasına gerek kalmadı. Onların yerini makinalar, traktörler aldı. Katırların iş gücünden Amerika da yoğun olarak yararlanıldığı dönemden epey zaman sonra, geç kalınmış olsa da onlara yapılan kötü muamelenin önüne geçmek için 1960’ lar da bir dernek bile kuruldu. “Amerika’da ester ve katırların haklarını koruma derneği” diye. Geçmişte katırların yaşadıkları kötü muameleleri hatırlatmanın dışında , bu derneğin katırlara ne faydası oldu acaba... Katırlar, erkek eşek ile kısrak atın çiftleştirilmesinden doğan melez ve kısır olan hayvanlardır. Çok nadir dişi katırların doğum yaptıkları söylenir . Şayet erkek at ile dişi eşek birleştirilir ise o zaman doğan hayvana “Ester” ya da “Bardo “adı veriliyor. Bunlarda katırlar gibi kısır hayvanlar olarak bilinirler. Bizim coğrafyamız da esterden ziyade katır yer almıştır. Diğeri pek tercih edilmez. Katırın yük taşıma gücünün, esterlerden daha fazla olduğu söylenir. Ancak askeri kayıtlarımızda geçmişte kadana beygirlerle birlikte esterlerin de gücünden top çekmede ve nakliyede yararlanıldığı bilgileri var.
Katırların gücünden Ülkemizde özellikle Doğu Anadolu’nun dağlık kesimlerinde çok yararlanılmakta. Dağlık bölgelerde katırın gördüğü fonksiyon için bu hayvanlara askerlerin “Doğuştan Asker“ dediği de biliniyor. Atlara göre daha az yem tüketen ve daha az su içen bu hayvanlar at gibi fazla kişnemiyor. En eğimli patikalardan sırtlarındaki ağır yüklerle kolaylıkla tırmanıyor ve inebiliyorlar. Yükseklikten ve uçurumlardan korkmadıkları gibi, sırtlarındaki insanı ve yükünü atmadan en dağlık arazilerde taşıma güçlerinden yararlanılıyor. İnsansız ya da yükünün üzerine oturtulan bir çocuğun kontrolünde bile kilometrelerce yol kat edip evlerini bulabilme özellikleri var. Eski dönemlerin( Hititler döneminden 1. Cihan Harbine kadar) tanksavarları gibi görünen bu hayvanların diğer bir avantajı ise yem ve su tüketimlerinin azlığının yanında, atlara göre daha uzun ömürlü olmaları. Kırk yaşına kadar yaşadıkları söylenen bu hayvanlar 200 kg yükü bana mısın demeden taşıyorlar.
7.Hudut Taburu / Kars’ta, askeri veteriner hekim olarak vatani görevimi yaptığım yıllarda (1979-80) hudut karakollarında erzak nakli için nasıl at ve katırlardan kış dönemlerinde yararlanıldığını biliyorum. Katırlar olmasaydı özellikle dağlık bölgelerde bulunan karakollara erzakının ulaştırılması yoğun kış şartlarında kolay olmazdı. Artık bugün bu işler arazi tipi araçlarla yapılıyor. Ata, katıra ihtiyaç kalmadı.
Ali Emmi’nin Katırını anlatalım derken sözü uzatıp lafı nerelere taşıdık. Hikayeye devam edecek olursak Ali Emmi o gün çok sevdiği katırını köy meydanına itlaf için getirmedi. Onu öldürmedi. Köylüler de gelen veteriner ve diğer memurlara bundan hiç söz etmediler. Köyden hiç kimse Ali Emmi’nin normalde her gün köy çeşmesinin yalağına götürdüğü katırı altı yedi ay boyunca görmedi. Ali Emmi bu süre boyunca katırın içeceği suyu sitille (bakraç) köy çeşmesinden taşıdı. Yemini ahırda yedirdi. Böylece hayvanı dışarı çıkartmadı ve hastalığa yakalanmasına da izin vermedi. Katırını tam bir karantinaya aldı da denebilir. Ne zaman ki karantina süresi bitip hastalık söndü, o vakit Ali Emmi de katırını ahırdan dışarıya gün yüzüne çıkarttı.
Ali Emmi’nin katırı nereden aklına geldi diye düşünenleriniz olabilir. Doğru söylüyorsunuz. Yaşı yetmişlere yaklaşan ve belki 50-60 yıldır köyle irtibatı kalmamış sonrada modern hayatın içerisinde kaybolmuş birisi olarak, niye bunları hatırlayıp size hikâye ettim onu da bilmiyorum. Ancak yaşadığımız Korana virüsün neden olduğu Pandemi ortamında istesem de istemesem de evde izole vaziyette otururken, çoculuğumda yaşadıklarımı anımsadım. Sanırım çoğu insanın kendini ve çevresindekileri korumakta gösterdikleri umursamazlık ve vurdum duymazlıklar beni köyümün çocukluğuna götürdü. Karantina önlemlerinin kale alınmadığı bu dönemde, 1963 te kendi doğduğum köyde tek tırnaklı hayvanlar arasında çıkan ve insan sağlığını da tehdit eden salgını, Ali Emmimin o şartlarda bu afetten kendi katırını nasıl koruduğunu aklıma getirdi. Sizlerle bu yaşanmışlığı hikaye eyledim. İşin esası bundan ibaret.