Taşa can vermek… Bu deyimi bir Alman’a, bir Fransız’a ya da bir Amerikalı ’ya sanırım anlatamazsınız. Onlar da müstesna eserler yapmışlardır mutlaka. Ayasofya’nın, Fransa’da Notr Dame Katedrali’nin, Mısır’daki ehramların ya da İspanya’daki Sagrada Familia’nın görkemini, ihtişamını kimse inkâr etmez, edemez.
Ama “taşa can vermek” başka bir şey olsa gerek. Dokunuştan ileri bir “diriliş” olmalı.
Hani demişler ya; emeği ile iş yapan, amele (emekçi), emeğine aklını da ulayan, usta. Bu ikisinin yanına gönlünü de katan ise “san’atçı”dır
“Taşa can vermek “san ’atçılığı da aşan daha bir “öte” olsa gerek.
Bunları niye söylüyorsun diyorsanız; sabredin anlatacağım.
2018 yılının Temmuz ayında bacanağım olan Ahlatlı Metin Hoca’mın davetlisi olarak Ahlat’a gittik. On gün boyunca burcu burcu tabiat, burcu burcu tarih kokan bu güzel beldede ruhumuz ve bedenimiz adeta gürleşti. Dinçleşti.
Ahlat’a komşu kaza Tatvan’da başlamıştım ilk vazifeme. Vefakâr öğrencilerimle ilk orada buluştuk. İlk maaşımı orada aldım. Altmış sekiz kuşağı olmanın kurşundan ağır İstanbul yorgunluğu oralarda dinginleşti. Eşimle orada tanıştım. İlk çocuğumuz orada girdi soframıza. Özlemişim oraları. Ve maziyi. Metin Hoca’mın davetine adeta atladım.
O bölge yabancısı olmadığım coğrafyadır. İnsanları bildik insanlardır. Anadolu’nun fedakar, cefakar, misafirperver evlatlarıdır Ahlatlılar. Anadolu’nun batısında doğup büyümüşler için “bir giderken ağlanır, bir de orada görevi bitip de dönerken ağlanır” denilen yerler. İlk ağlamanın sebebi elbette şark hizmeti, gurbet, mahrumiyet oluşu. Sonraki ağlayış başka. İlkinin tam tersi, ilkini yıkan, yok eden bir “ayrılamama”, “ayrılmak istememe” ağlaması. Gerçekten o sımsıcak, samimi, misafirperver insanlardan ayrılmak istemezsiniz. Yüreğinizin bir parçası hep kalır oralarda. Nemrut’ta kalır, Süphan’da kalır, Akdamar Adası’nda kalır. Ahlat’ta Selçuklu mezarlığında kalır, Harabe şehirde kalır, Abdurrahman Gazi’de kalır. Bitlis’te Beş Minarede kalır, Edremit’te kalır.
Benim de yüreğimin bir parçası kalmıştı oralarda.
Gezdiğimiz onlarca tarih ve kültür mirasından biri de Ahlat yakınlarındaki Abdurrahman Gazi Türbesi. Bölgeye has, kızıl-kahve renkli dikdörtgen yontulmuş taşlardan inşa bir türbe. Mescit, şadırvan ve diğer tamamlayıcı bölümlerden oluşmuş küçük bir külliye sanki. Doğunun karlı, buzlu sert havasına meydan okuyan yiğit bir abide gibi durur o bayırda. Taştan bir abide değildir orada yükselen. Halife Ömer’in yiğit bir kumandanıdır. Gazi Abdurrahman bedenini toprağa, ruhunu da bu yapıya vermiştir.
O sırada Metin hocam alçakgönüllüce bir itirafta bulundu. “Bu Türbeyi ve mütemmimlerini yapan şahıs benim öz dayımdır”.
Yaşıyor mu dedim. “Hayatta, doksan yaşını geçti” dedi. Beni O’na götür, görmek, tanımak, konuşmak istiyorum dedim.
Bir sonraki gün Tahsin Usta’nın evindeyiz. Ahlat’a özgü blok taşlardan kendi elleriyle inşa ettiği mütevazi bir ev. Hayat arkadaşlığından öte can yoldaşı Bedriye Teyze ile birlikte yaşıyorlar.
On beş yaşında başlamış taş ustalığına. Altmış beş yıl yontmuş, kesmiş, biçmiş, şekil vermiş taşa. Şekilden öte ruh vermiş, can vermiş adeta. Yüzlerce kümbet, cami, minare, çeşme, şadırvan ve ev inşa etmiş. Logaritma, algoritma, hendese bilmez. Son teknoloji ürünü inşaat aleti yok. Bilgisayar yok. Dijital mühendislik aygıtları yok. Ham maddesi tabiî tuğla dediği Ahlat taşı. Elinde sadece 'kıran' dediği alet.
Şöylece özetleyiverdi hayatını.
"Taşa, bir tarafı kazma, bir tarafı da balta olan 'kıran' ile şekil veriyordum. Gönye ile taşın düz olup olmadığını ölçüyorduk. Havaların ısınmasıyla çalışmaya başlıyor, kar yağıncaya kadar inşaatlarda çalışıyorduk. Sabah namazını kılıp işbaşı yapardık, akşam namazında da işi bırakırdık. Mesai kavramı yoktu. Yaptığımız işi birileri beğendiğinde çok mutlu oluyorduk. Beni "UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Sözleşmesi" kapsamında 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğünce hazırlanan "Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanteri”ne kaydettiler.
İnşaatlarda çalıştığınızda veya ne iş yaparsanız yapın, ayrıldığınızda 'merhabanız' baki kalsın. Önemli olan para değil, budur. İnşaatlarında çalıştığım kişiler beni gördüklerinde hürmet ediyor, saygı gösteriyor, dua ediyor. Yaptığım işleri gördüğümde kimi zaman hüzünleniyor, kimi zaman da mutlu oluyorum. Yaptığım işlerden heveslenerek 70'den fazla şiir yazdım. Şiir kitabım da yayımlandı."
Yani hem taş ustasıdır hem de söz.
Ahlat müftüsü kendisinden bir şadırvan yapmasını ister. Ama ne para var, ne malzeme. Yine de şadırvan yapılır, biter. İmkânsızı imkânlaştıran yürek vardır.
Müftü ile konuşmasını şiirleştirir. Taş sanatı ile söz sanatını çok ustaca birleştirmiş bu dizelerinde. Harfini dahi değiştirmeden aslının iki dörtlüğü şöyle.
ULU CAMİİ ŞADRAVANİ
Çağırdı makamına Müfdü Bubani
Dedi Tahso gel yap bu şadravani
Dedim Müfdü Efendi malzeme hani
Mahrum kalmaz dilenip toplayani
Dedim bu parayla yapılmaz taşla
Dedi; Tahso bağırma sen git başla
Yapıyoruz çeşme, yapmıyoruz kışla
Dilenir toplarız, lira ile kuruşla.
Bu şiir aynı zamanda Anadolu insanının imkânsızlık diye bir mazeretinin olmadığını gösteren bir senettir. Kuvayı milliye ruhudur. Seferberlik senedidir. İstiklal mücadelesini kazandıran ruhtur. Özü bağımsızlıktır, adalettir.
Tahsin emmiyi 26 Kasım günü kaybettik. Allah rahmet eylesin. Ardında yüzlerce eser bıraktı. Tarih bıraktı. UNESCO Kültür mirası kütüğüne kaydedildi. Asıl gönlümüze kaydoldu. Anadolu insanının yüreğine gömüldü. Adını zamanenin şov sanatlarıyla neon ışıklarına değil, Anadolu topraklarına yazdırdı.
Dünyalık biriktirmedi. Yüce ustalığına rağmen kendine bir köşk yapmadı. Kanaat adamıydı. Gönül dostuydu. San’ atın değerinin parayla ölçülmeyeceğini gösterdi.
Dünyaya borçlu olarak değil, dünyadan alacaklı olarak ayrıldı. Ne mutlu dünyadan alacaklı gidenlere.
Allah rahmet eylesin Tahsin Emmi. Seni geç tanıyıp erken kaybettim. Eserlerinle coğrafyada, adamlığınla yüreğimizde yaşayacaksın.
Yakınlarının şahsında, Ahlatlıların, yetiştirdiği ustaların, hatta bütün Anadolu’nun başı sağ olsun.
Ruhu şad olsun.
(*) Ahlat'ta yaşamış mahalli şair-evrensel taş ustası Tahsin Kalender anısına.