Bayramı bize oruç getirdi; oruç hediye etti. Zaten her yıl hediyelerle gelir.
Oruç ruhsuz bir ayin değildir. Bir beslenme diyeti, bedeni bir perhiz hiç değildir. Şekilden öte bir duygu, maddeden öte bir manadır. Fiziki ve metafizik dünya kümesinin ortak elemanıdır. İki kapısı vardır. Biri görünür âleme açılır, diğeri maveraya. İlkinden aç-susuz girip, ikinci kapıdan doymuş bir halde maveraya geçebilmek gerek. Orucu ibadet yapan bu geçiş, bu yöneliştir. Oruç tutan tutmayan ayrımını bayrama ve bayramlaşmaya basamak yapmak haddi aşmaktır. Kendi ibadetimizin nasıl tescil edileceği meçhul iken başka birinin ibadetini sorgulama yetkimiz yoktur. Habil de arzda bulundu ibadetini, Kabil de. Ama tescilleri çok farklı oldu.
Ve oruç bir editördür; bayramın editörüdür.
Şimdi oruç bitti. Sıra bayrama/bayramlaşmaya geldi. Bu yıl bayram coşkusunu beden değil gönül diliyle yaşayacağız. Zaten önemli olan da bu değil mi? Beden yerine gönüllerin bilişmesi, gönüllerin buluşması, gönüllerin barışması, gönüllerin helalleşmesi ve gönüllerin bayramlaşması. An olarak milletçe bilişerek, buluşarak, barışarak ve özellikle de helalleşerek bayramlaşmaya çok muhtacız.
Peki, nasıl olacak bu?
Önce bilişmek gerek. Yaratan bizi kavim ve kabilelere bölüp yaratmış. Hem hükmen, hem de demografik olarak böyle. Tek tip insan yok. Herkes diğerinden farklı. Bedensel farklılık bir yana düşünceler farklı, inançlar farklı, duygular farklı, yargılar farklı. Hikmeti de beyan edilmiş. Gaye “Bilişip tanışıp, anlaşmamız”. Demek ki yaratanın isteği kavim, kabile ve bireyler arasında çatışma ve kavga değil. Tanışma, bilişme ve anlaşma. Bu tavsiye aynı kavmi/milleti oluşturan bireyler için çok daha önemli. Göz ardı edilmesi halinde, farklılıklar zulmet yoluna taş ustası olacaktır.
Bilişme, tanışma, buluşma, barışma ve helalleşme toplumsal mutabakattır. Aynı zamanda milletin temelidir.
Coşku içinde bayram idraki, ancak bu mutabakatla mümkün. Sosyoloji sözlüğünde toplumsal mutabakat “Bir konu ya da muhtelif konularda farklı düşünen toplum kesimlerinin ve bireylerin ortak bir noktada buluşması” olarak yer almış. Peki, nasıl sağlanacak bu mutabakat? Bunu başarmada davranış ölçümüz ne olacak?
Her halde işin çıkış noktası, öncelikle her türlü şiddetten arınmak. İntikam duygusu, başkalarını korkutma ve sindirme, övünme ve kibirlenme hislerini tatmin, haksız olduğu halde haklılığını kabul ettirme, siyasal güvensizlik gibi faktörler şiddet sebebi olarak biliniyor. Şiddetin olduğu yerde barış yoktur. Barışın olmadığı yerde de toplumsal mutabakat mümkün olmaz. Öyleyse şiddete sebep faktörleri ruh dünyamızdan kovalım.
Şiddet engelini aşabilirsek muhatabımız şiddetin hedefi olmaktan kurtulur. Bilinmesi, tanınması, bilişilmesi istenen bir varlık halini alır. Onun da bizim gibi bir insan olduğunu görürüz. Bize uymasa da düşüncesi, fikri, inancı, duygusu, sevinci, kederi olan bir “ben” olduğunu anlarız. Dahası bu dünyanın ona da mekân olduğunu, havasından suyuna, ekmeğinden aşına, güneşinden denizine her şeyde onun da payı olduğunu kabul ederiz.
Bu kabul edişle, bilme, bilişme ve tanışma başlamış demektir.
Ardından konuşma gelmeli. Çünkü bilişmek ve tanışmak için konuşmak gerek. Ve de konuşarak barışmak. Nasıl konuşmak? İyilikle konuşmak, güzel söylemek, edeple söylemek. Sözün adabı: “Söz ola kestire başı. Söz ola kese savaşı”. Ve sonra en az konuştuğumuz kadar, karşıdakini de dinlemek. Ona da söz hakkı, düşüncesini çekinmeden söyleme imkânı tanımak. Düşüncenin açıklanmasını engellemek en şiddetli zulümdür.
Boşuna denmemiş “söz ola kese savaşı” diye. Aradaki husumeti giderememişsek savaşı kesecek sözü bulamamışız, söyleyememişiz demektir. Barışmak söylenecek sözün kıymet ve kudretinde gizlidir. Sözün kıymeti, samimi oluşudur. Kudreti ise kararlılıktır. Sözünden dönmemektir. Dün söylediğini bugün inkâr etmemek, söylediğinin arkasında durmaktır. Tanışmak, bilişmek, barışmak böyle mümkün olacaktır. Bu yol kolay değildir. Dik ve sarp bir yokuştur. Hem de ego, ihtiras, kin, nefret ve şehvet gibi çok çetin engellerle döşenmiş bir yokuş. Adaleti ölçü, erdemi de yardımcı yaparsak bu engelleri ancak aşabiliriz.
Barışmanın bir adım sonrası buluşmadır. Barışma buluşmanın anahtarıdır. Toplumsal mutabakat dediğimiz bir bakıma bu buluşmadır. Nerede buluşacağız? Toplumsal mutabakatın ölçüsü ne olacak? Aslında tanışma, bilişme ve barışma faslında nerede buluşacağımız da belirlenmiştir. Farklılığa tahammül, saygı ve sevgi, şiddeti öteleme, adaleti kıstas edinme, acıları ve sevinçleri paylaşma, imkânları bölüşme. Bütün bunların tabii sonucu hoş görü ve barış içinde bir arada yaşama arzu ve iştiyakıdır. Mutabakat dediğimiz de zaten budur. Fransızlar buna toplumsal sözleşme (contract social) demişler. Bugün de yarın da, hem ülkemizin hem de bütün dünyanın muhtaç olduğu temel ilke budur. Okuyucularım batı doktrininden örnek verdim diye yadırgamasın. Batı barbarlık dönemindeyken, -hiç değilse belli zaman ve mekânlarda- İslam toplumunda bu değerler yaşanmaktaydı. Ne yazık ki biz kaybettik; onlar buldu. Şimdilerde İslâm topraklarında, bir camiden dağılan cemaat, başka camiden dağılan cemaate kurşun sıkıyor. Utanç ve acının sarmalıdır bu. Müslüman, kaybettiği değerleri yeniden inşa edemezse bu meskenetten kurtulamaz.
Bayramlaşma yolunun finali nedir denirse, bana göre helalleşmektir. Hiç birimizin diğerine tahammülü kalmamış. Herkes birilerini hedefine koymuş, acımasızca saldırıyor. Üslûbun edep ve ölçüsü yok olmuş. Her gün şahit olduğumuz nahoş söylemler, edep dışı üslûp, sosyal medya çöplüğünün atıkları, TV dizileri de bu kötü gidişi hızlandırıyor. Organize işler; silah, soygun, gasp, nitelikli hırsızlık, ne kadar kötülük varsa senaryo malzemesi olmuş. Dizi filmler suç öğretip suçlu üreten ekol halinde çalışıyor. Yakın geçmişte İçişleri Bakanı dahi bir dizinin ismini vererek eleştirmişti. Çözüm üretecek merci şikâyetçi durumunda.
Öte yandan her ne hikmetse bazılarımız sürekli suç, suçlu, hain üretme peşindeyiz. Zan ve tahmine dayalı keyfi ve yanlış yargılarla vicdanımızda oluşturduğumuz hükmü handiyse infaz edeceğiz.
Bütün bunlar da sonuçta kul hakkının ihlali olarak ortaya çıkıyor.
Peki, nasıl helalleşeceğiz?
Aslında yol da, usul de belli.
İftira etmeyelim. Kesin ve doğru yargı yerine zannı koymayalım. Bilgimiz yoksa fikrimiz olmasın. Ötekileştirmeyelim. Aşağılamayalım. Hor görmeyelim. Hedef görmeyelim ve hedef göstermeyelim. Terörü içselleştirmeyelim. Birbirimizin hakkını çiğnemeyelim. Masumiyet (Masuniyet değil, masumiyet. Masuniyet dokunulmazlık, masumiyet suçsuzluk demektir) karinesine uygun davranalım. Buna aykırılık en şiddetli kul hakkı ihlalidir. Hak ihlali de zulümdür. Zulmetmeyelim. Suç varsa yasa ve ceza verecek merci belli. Hiç birimiz durumdan vazife çıkarma hakkına sahip değiliz.
Bunları terk etmezsek adalet toplumu olamayız. Adalet toplumu olamadan da helalleşen toplum olamayız.
Ülkeyi her kademede yönetenler ve yönetmeye talip olanlar, siyasetçiler, bilim insanları, kanaat önderleri, yazarlar, her çeşit medya mensupları başta olmak üzere hepimiz, normalleşme, barışma, uzlaşma yoluna girmeliyiz. Kin ve nefret yüklü, ötekileştiren, öteleyen, hedef gösteren şiddet söylemlerini terke mecburuz.
Helalleşme, ancak bunları terkle mümkündür.
Dünyada hemen her konu, her olay için özel gün tayin edilmiş. Babalar gününden sevgililer gününe kadar. Karşı değiliz. Olsun. Çok önemli bir meseleyi “gün” dem edinmediğimiz için onun günü yok. Helalleşme günü yok. Zaten olması da gerekmez. Birlikteliğimizin bir numaralı şartı helalleşme. O yüzden yılda bir gün değil, 365 gün gündemimizde tutup, yaşadığımız her günü helalleşme günü kabul etmeliyiz.
Haydi, öyleyse hep beraber helalleşme havuzuna atlayalım da bir güzel yıkanıp arınalım.
Sonra da yüz yüze olmasa bile gönül gönüle bayramlaşalım. Bayramlaşmanın en güzel şekli bu değil mi?
Bayramımız kutlu olsun.
Bayramımız barış olsun.