Yetmişinden sonra istikbale ait hayal kurma fuzuli bir hevesmiş diyorlar. Bu tespite pek katılmasam da şöyle bir maziye, ortaokul yıllarına gidivereyim dedim.
Şimdi yüz altmış bine dayanan ilçemizin nüfusu on iki bindi. Bir baştan diğer başa, tek aracın geçebileceği genişlikte bir caddesi vardı; Cumhuriyet caddesi. İki yanında da saç kepenkli dükkânlar. Akşam vakti kulakları tırmalayan metalik bir gürültüyle indirilir, alt yanına göstermelik birer asma kilit takılırdı. Dışardaki eşyaların içeri alınmasına gerek duyulmaz; üzerlerine bir çul atılır, öylece bırakılırdı. Gecenin kör karanlığında “kirli” bir el uzanmazdı çulun altındakilere. Kirli el yok denecek kadar azdı, belki de hiç yoktu.
Ne gündüz ne gece siyah gözlüklü esrarengiz adamlara, camlarından içerisinin görünmediği simsiyah araçlara rastlamazdınız sokaklarda o vakitler. Emin bir beldede emin insanlar yaşardı. Bildiğimiz ve gördüğümüz yalnızca iki “bekçi amca”sı vardı kasabamızın. Geceleyin birisi Gümüşkesen Mahallesi’nden düdüğe asıldı mı, diğeri Top Yatağı’ndan cevap verirdi. Asayiş iki bekçi düdüğüne zimmetlenmişti. Geceleri ihanet, kötülük, kumpas, karanlık, korku, endişe, şüphe yerine, sımsıcak tatlı bir huzur kol gezerdi sokaklarda. Sokakları güven, itimat ve özgürlük esir almıştı.
En önemli eğlencemiz sinemaydı. Bir yazlık bir de kışlık sineması vardı kasabamızın. Biz öğrencilere yalnızca cumartesi akşamları serbestti. Hele benim gibi o yıllarda “pansiyon” denilen “özel” yurtlarda kalıyorsanız, hafta içi sinema şansınız hiç olmazdı. Şimdilerde etüt denilen “mütalaa” vardı her akşam.
Mayıs ortalarında yazlık sinema faaliyete başladı mı, okullar yaz tatiline girene kadar keyfini çıkarırdık. Bilet gişesi önünde parası yetmeyenlere hemen yetirilirdi. Darda kalanın haberi bile olmazdı.
Gazozcu “pat” diye açardı şişe kapaklarını. Asit kokulu Keskin bir duman üfleyen şişelere, leblebi veya nohut atar, gazozla buluşmalarından çıkan sesi dinlerdik çocuk kulaklarımızla.
Hele yaz geceleri ortalık öylesine dingin olurdu ki; cumartesi akşamları pansiyon bahçesindeki erik ağacının kadrolu baykuşunun nefes alış verişini duyardık. Çok uzaklardaki köpek havlamaları cılız bir utangaçlıkla , gündüz mesaisini geceye taşımış cırcır böceklerinin sesinde eriyip giderdi.
Bisiklet erişilmez bir nimetti bizim için. Hemen hemen hiç kimsenin bisikleti yoktu. Kiralayan bir “bisikletçi amca” vardı. Ne bisikletlerdi hani. İki tekerlek, iki dişli, bir zincir. Fren yok, duracaksan bir ayağını yere sürterek fren yapacaksın. Sele yerine hurda araba lastiğinden kesilip sicimle bağlanmış yuvarlak bir tabla. İki adımda bir zincir atar, hadi bakalım in zinciri dişlilere tak. Pedal dediğin parmak kadar bir demir, ayağını üstünde tutabilirsen tut. Bisiklet mi bizi taşır yoksa biz mi bisikleti, pek belli olmasa da severdik bisiklet macerasını. Her şeye rağmen hoştu. Yarım saati 75 kuruş falandı. Paramızın olmadığı günlerde öylesine bir iki tur attırırdı “bisikletçi amca”. O kadar da kredimiz vardı yani.
Nisan başında ağaçlar meyveye durdu mu bizim de bahçe ziyaretlerimiz başlardı. Eriğinden, çağlasından, yenidünyasından her çeşit meyve bizi beklerdi civardaki bahçelerde. Hemen öyle kötüye yormayın. “Aşırma” değildi bizimki. “Bahçe Sahipleri” Kalem Suresi’ndeki kıssayı biliyorlardı ki, özellikle biz çocuklardan nimet niyetine hiçbir meyve esirgenmez, ikram edilirdi. İkram bereketin ikiz kardeşiydi. Kimsenin pazarda satmak gibi kapitalistçe bir alışkanlığı da yoktu zaten.
Ürünlerin üzerindeki etiketten 1 kuruş dahi indirtemediğimiz “süper” ya da “gros” sıfatlı marketler de yoktu. “Pazarlık sünnettir” denir ve alanın da satanın da zarar görmeyeceği bir “orta yol ”da helalleşilirdi. Ödünç verip almanın bile bir felsefesi vardı. Verirken çok ver; geri alırken birazcık az al.
Altı ayda bir eğitim sistemi, yılda bir müfredat değişmezdi. Öğretmenlerimiz gerçekten birer “mum” idi. Dünya için güneş neyse, bizler için de onlar oydu.
Takdirnameye “İftihar” denirdi o zamanlar. Şimdiki gibi bir sınıfın yarısı takdir yarısı teşekkür belgesi almazdı. Her sınıftan bir, bazen iki kişi iftihar listesine seçilirdi. Dönem sonlarındaki son gün tam kadro okul bahçesinde olurduk. Bütün okuldan iftihar listesine seçilen üç beş kişi, az yüksekçe bir podyuma çağrılır, belgeleri verilirdi. Aşağıdaki arkadaşlarımız gıpta ile bakarlardı yukarıdakilere. Üç yıl boyunca aşağıdan bakan değil, gıpta ile bakılan olmanın mutluluğunu yaşadım.
Coğrafya dersinde gerçek araç gereçlerle ay ve güneş tutulması deneylerini yaptığımızı, tabiat bilgisi dersinde kurbağa anatomisi incelediğimizi, kimyada suyu oksijen ve hidrojene ayırdığımızı, fizikte parmak ucu kadar ampulü yakacak elektrik ürettiğimizi hatırlıyorum.
Öğretmenlerimin ruhu şad olsun.
Dedemin sürekli alışveriş yaptığı, benim de haftada on lira harçlık aldığım Jack diye bir Yahudi tüccar vardı. İftihar listesine seçildiğim bir dönem, siyah bir şemsiye hediye etmişti. Yağmurdan koruma vazifesinden daha öte, benim için itibar ve sükse vesilesi olmuştu. 1967 de Orta Doğu savaşından sonra kasabamızdaki diğer Musevilerle birlikte Türkiye’den göç ettiğini duydum.
O günden bugüne takvim yapraklarını kopara kopara tükettik. Bunlar altmış yıl öncesinin çocuk gözlerinden kalan hatıralar.
Bir şey daha; küresel değişimi bütün boyutlarıyla en fazla yaşayan nesil de sanırım bizim nesil olmuştur.
Sağlıkla kalıverin sizler de.