Kanada’da bir lise öğrencisi okulunda bir olay yaşar. Okul idaresi, eşcinsellik propagandası yapan öğrenci kulübünün faaliyetine katılmayı bütün öğrenciler için zorunlu kılar. Bir Müslüman öğrenci rahatsızlığını bahane ederek kutlamayı terk eder. Okul müdürü öğrenciyi odasına çağırır ve “sen bir Kanadalı olamazsın. Kendi inancın dışındakilere saygı duymuyorsun. Eşcinsellik savunucuları dâhil tüm öğrenciler, sizin ramazan ayınıza saygı duymadılar mı? Sen neden onların inancına saygı duymuyorsun” diye azarlar. Kanadalı okul müdürü, İslam’ı sadece inanç sistemlerinden biri olarak görmüştür. İnanç sistemlerinden biri olarak İslam’a saygı durmaktadır. Ramazan ayına saygısı da bu temel kabulünden kaynaklanmaktadır. Ama bu eğitim yöneticisi İslam’ın bir hayat tarzı olduğunu ve bir Müslümanın eşcinsellerin kutlamalarını izlerken rûhî olarak rahat edemeyeceğini takdir edememektedir.
Dinin inanç sistemine indirgenip hayat tarzı ile ilgili tüm tercihlerin bireysel tercih başlığı altında kutsanması sadece Kanada ya da Batı ülkelerinde değildir. Ülkemizde de aynı paradigma vardır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri bu paradigmaya göre kuruludur. Bir örnek de ülkemizden verelim. Bir lisede İbrahim Peygamberin hayatını dinleyen öğrencinin Din Kültürü öğretmenine söylediği şu söz anlamlıdır: “Öğretmenim İbrahim Peygamber neden başkalarının inançlarına saygı göstermemiş, onların putlarını kırmış.” Bu lise öğrencisi aslında İslam dinine de bağlı olduğunu düşünmektedir ve dine saygıda hiçbir kusuru bulunmamaktadır. Ama aldığı eğitim nedeniyle kendisinde zuhur eden “seküler din”, ilahî dini algılama biçimini de etkilemiştir. “Kimse kimsenin inancına, hayat tarzına karışmasın söylemi” seküler dinin tek maddeli amentüsüdür. Bu amentü o kadar tutuldu ki kimse bu algının karşısında duramamaktadır. Ama şunu bilelim ki İslam’ın tabiatı bu algı ile uyuşmamaktadır.
Din birbiriyle zıtlaşan iki hayat tarzıdır. Bu açıdan bakıldığında aslında iki din vardır. Birçok mahalle değil, iki mahalle vardır. Birincisi tüm bireysel tercihleri kutsal ve dokunulmaz sayan anlayış ki buna seküler din diyebilirsiniz. İkincisi peygamberlerin öğrettiği emir ve yasaklara göre yaşamayı öngören, ferdî ve içtimaî hayata şekil veren, tüm tercihleri “Allah’a bırakmayı” vaaz eden din. Buna da ilahî din diyebilirsiniz. Bireysel tercihi kutsayan seküler din, öylesine vakum etkisi yapan bir olgu ki ‘tüm tercihlerini Allah’a bırakmayı’ da içine alıyor ve yutuyor. Seküler din “bireysel tercih” başlığı altında ilahî dine taraftar olmayı da kapsama alanına alıyor. Bu durumda ilahî din, seküler dinin renkleriyle renklenmiş oluyor. Kendine ait özellikleri kaybediyor. Günümüzde cinsiyetle ilgili sapmalar tartışılıyor. Biz önce bireysel tercihin kutsal ve dokunulmaz sayılmasına karşı durmalıyız. Bireysel tercihin ve insanların birbirine karışmazlığını kabul edip eşcinselliğe karşı durmak tutarlı bir tutum değildir. Tesettür konusunda da buna benzeyen bir hatalı bir tutum sergiledik. ‘Başörtüsü bireysel tercihtir’ diyerek meşruiyet arayışında bulunduk. Bu davranışımızla biz, ilahî dini seküler dinin kapsama alanına elimizle dâhil etmiş olduk. “Tesettür bireysel tercih değildir. Allah’ın bizim üzerimizdeki bir tercihidir” demeliydik. Bireysel tercih putunu kabul etmemeliydik. Allah’ın insanlar üzerindeki tercihleri ve bu tercihlerin kutsallığı bir dindir. Bireylerin tercihlerinin kutsallığı, insanların birbirine müdahalesizliği, ilahî dinin karşısında yer alan dindir. Tesettürümüze karışana şunu söyleyebilmeliydik: “Senin bana karışmaman mukabilinde sana karışmama sözü veremem. Çünkü bu hayat bizim birbirimizden bağımsız tercihlerimiz değil, Allah’ın bizdeki tercihidir. ilahî din budur, böyle bir şeydir.”
Allah’ın insanlara yönelik tercihleri kitâbî bir konudur. Biz kitâbîliği, kaynağı ilahî olan bir hayatı esas alıyoruz. Kitâbî gelenekte yapılması gereken işlerle yapılmaması gereken işleri Allah belirler. Bu iki dinin pratik hayatta birbiriyle zıtlaşması kaçınılmazdır. Zıtlaşma bu iki vakıanın tabiatından neşet etmektedir. Seküler dinde insanların birbirine müdahale etme hakkının olmaması kutsaldır. Kimse bana karışmasın söylemi ile ilahî din desteklenmiş olmaz. Ayrıca eşcinsellik gibi sapmalardan önce zinanın haramlığı üzerinde durmak lazımdır. Zinanın helal sayıldığı bir ülkede eşcinsellik karşıtlığı yapmak anlamlı durmamaktadır. Bireysel tercihin kutsallığını kabul ettikten sonra eşcinsellik tercihinde bulunanlarla bulunmayanlar aynı konuma gelmiş olmaktadır. Önce bireysel tercihin kutsallığını reddedeceksiniz. Erkek ve kadın ilişkilerinde ilahî tercihin kabul edilmediği en ciddi bireysel tercih olan zinayı reddedeceksiniz. İlahî dinin en ayırıcı özelliklerinden biri zinayı helal saymamasıdır. İlahî on emirin modern zamanlarda en aşındırılan maddesi zinanın haramlığıdır. Beşerî on emir temelli zıtlaşma bu madde üzerinden yürümektedir. Beşerî on emir ile ilahî on emir arasında rekabet yoktur, zıtlaşma vardır.
Türkiye doksanlı yıllardan iki binli yıllara ciddi değişimlerle girdi. Doksanlı yıllarda özel hayatın gizliliği demeden gizli kameralar ile cinsel taciz görüntüleri serbestçe yayımlanıyordu. İki binli yıllarda farklı bir bakış açısı ortaya çıktı. Mesela 2004 yılında evli iken zina, bir suç olmaktan çıkarıldı. 2010 ve 2011 yılında bazı siyasetçiler kaset olayları sebebiyle istifa etmek zorunda kaldılar. Birinci kaset olayının yaşandığı 2010 yılında evli iken zina edenlerin ilişkisini konu edinen bir televizyon dizisi, en yüksek izlenme oranlarını elde etti. Toplumun değişim süreci açısından bu bilginin sosyolojik bir veri olarak kaydedilmesi gerekir. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu 7 Nisan 2016 tarihinde resmiyet kazandı. Bu kanunun tasarı olarak meclise sunulması, 2014 yılıdır. Bu kanun ile başkasının özel görüntülerini yayımlamaya büyük bir yaptırım getirilmiş oldu. Burada özel hayatın mı yoksa zinanın mı koruma altına alındığı tartışmalıdır. Seküler din, özel hayatın gizliliğini koruma başlığı altında zinanın meşruiyetini de korumuş oldu. Özel hayatın ifşasını ilahî din de istemez. Ama ilahî din, zinanın kanun ile koruma altına alınmasına da razı olmaz. Geldiğimiz noktada şöyle bir algı oluştu: Karşılıklı rızaya dayalı olarak ve birbirine zarar vermeden erkek ve kadının evli ya da bekâr olmaları fark etmeksizin ilişkiye girmeleri meşrudur ve kanun koruması altındadır. Asıl günah olan, zina fiilini görüntüleyip insanlara sunmak ve yapan kişilerin itibarını katletmektir. Şimdi kaset olayı yaşayan siyasetçiler saygı ile anılıyor. Yaptıkları eylem neredeyse kutsal sayılıyor. Peygamberlerin yasakladığı o eylemi yapan, iyi kabul edilip el üstünde tutuluyor. Asıl kötü olanın ‘o kutsal anları görüntüleyip servis etmek’ olduğu tasavvur ediliyor. Başkasının zinasını görüntüleyip servis etmek ilahî dinin de meşru kabul etmediği bir fiildir. Ama şunu bilelim ki erkek ve kadının nasıl ve ne şekilde ilişkiye gireceğini Allah belirlemiştir. Kur’an’da kimlerle evlenilemeyeceğini bildiren âyet sonrasında “kitâbellâhi aleyküm” ibaresi geçmiştir. (en-Nisâ 4/24) “Allah’ın üzerinizdeki yazgısı ve emri” manasınadır. Kur’an’da “anne, kız, kız kardeş ve başkasının hanımıyla evlilik” yasaklandıktan sona bu söylenmiştir. O halde erkek ya da kadın olalım bizim ilişkimiz Allah’ın belirlediği sınırlar içinde olmalıdır.
Seküler dine göre kendini “dinden bağımsız” olarak tanımlamış devlet de kutsaldır. Çünkü söz konusu devlet bireyin Tanrıdan bağımsız tercihlerini güvence altına almaktadır. İlahî dine mensup olanlar aralarında “din bağı” denebilecek bir bağ kurmaktadırlar. Seküler dine göre vatandaşlık bağı din bağının üzerindedir. Bireysel tercihleri kutsanmış ve dinden bağımsız devlet tarafından koruma altına alınmış vatandaşların arasında da bir bağ vardır. Bu bağ din dışı bir bağdır. Bu bağı ifade etmek için bazı siyasiler “demokrasiye inanmış olanlar” şeklinde bir tanımlama yapmaktadırlar. Bu tanımlama ile telaffuz ettikleri o kelime, yönetim biçimi olmaktan çok bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını kabul edenlere göre ilahî dinin belirleyiciliğini ve “din bağını” benimseyenler “öteki” konumundadır. Bununla birlikte şunu da belirtelim. Birbirini öteki konumuna koymak her iki din mensupları için geçerlidir. Nasıl ki bir dine mensup olduklarının farkında olarak ilahi dinin mensubu olmuş olanlar için de seküler din mensupları ‘öteki’dir. Bireysel tercihi kutsal kabul edenler açısından “din bizim belirlediğimiz bir şey değil, Allah’ın bizdeki tercihleridir” diyenler de “öteki” konumundadır. Bu ayrışma bilgi temelli bir ayrışma değil varlık temelli bir ayrışmadır. Bundan dolayı birbirine benzeyen hayat tarzları birbirini çeker. Zıt hayat tarzları da birbirinden rahatsız olur. Otobüs, tramvay gibi sosyal alanlarda çıplaklık ve öpüşme gibi ilahî dinin kabul etmeyeceği özel hayatın dışa vurması seküler din mensuplarını mutlu ederken ilahî din mensuplarını rahatsız eder. Buna karşılık ilahî din mensuplarının kadınlarına çarşaf giydirmeleri, karışık sosyalleşmeyi reddetmeleri ve bunu uygulamaya dökmeleri de seküler din mensuplarını rahatsız eder. Bu karşılıklı rahatsız olmalar ya da mutlu olmalar epistemolojik değil ontolojiktir. Yani bilgi temelli bir ayrışma değil varlık temelli bir ayrışmadır. Kişi ne hikmetse gördüğü bazı şeylerden rahatsız olmakta, bazı şeylerden de mutlu olmaktadır. Bu rahatsız oluş veya mutlu oluş kişinin, doğası, fıtratı ve mayası ile ilgilidir. Bunu açıklamanın bilgi temelli bir karşılığı yoktur. Mutlak ve saf varlık Allah’tır. Bütün zıtları zatında toplayan O’dur. O, zıtların çarpışmasını murâd etmiştir. Çünkü varlığın ezelden ebede bekâ yürüyüşü, zıtların çarpışmasıyla anlam kazanmaktadır. İman ve inkâr arasındaki farklılaşma da bilgi temelli değil varlık temelli bir farklılaşmadır. Dini inanç sistemine indirgeyip imanı bilgi ile temellendiren ilahiyat okuryazarlığı, seküler dinin en büyük destekçisi ve ona meşruiyet alanı açıcısıdır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” söylemi (el-Kâfirûn 109/6), aynı zamanda bir “öteki” ilanıdır. Seküler din bir yandan ilahî din uygulayıcılarının “öteki” refleksi geliştirmelerinin önünü kesmiştir. “Biz sizin tesettürünüze, hayat tarzınıza karışmıyoruz” diyerek “öteki” refleksinin önünü kesme hususunda başarılı olmuştur.” denilebilir. Diğer taraftan seküler dinin referanslarına göre kurulu eğitim, istihdam ve hukuk düzeni var. İlahî din uygulayıcılarının “öteki” refleksi geliştirmeden ve “azınlık moduna” geçmeden çocuklarına, torunlarına değerlerini intikal ettirmeleri mümkün görünmemektedir. Mesela İmam Hatipler, eskiden azınlık ruhunun tezahür ettiği yerlerdi. İmam Hatip okullarının tek işlevi, zorunlu karma eğitime karşı dindarlara tanınmış bir “küçük” hürriyet alanı oluşu idi. Diğer liselerle üniversite sınavlarında rekâbet edebilme hedefi, bu okulların temel amacı haline geldi. Amaçtaki sapma muhtevayı da etkiledi. Verilen dinî bilgiler de sathi kaldı ve bir anlam dünyasına oturmaz oldu. Geldiğimiz noktada İmam Hatip okulları “dinin daha köklü ve derin öğrenildiği” okulları olmaktan çıktı. İmam Hatipler’in işe yarayan tarafı zorunlu karma eğitim sistemi içinde istisnâî kız ve erkeklerin ayrı okullarda okuyor olmalarıdır. Kız ve erkeklerin ayrı okullarda okumaları ilahî din açısından küçümsenecek bir kazanım değildir. Ancak zorunlu eğitim 2012 yılında 12 yıla çıkarılmıştır. On iki yıla çıkarken karma eğitimle ilgili farklı bir karar alınmamıştır. Bugün karma eğitim asıldır ve İmam Hatiplerdeki gibi erkek kız ayrı eğitim istisnaidir. Tersi olsaydı azınlık ruhuna dönmeye gerek bulunmuyor derdim. Yani şöyle bir karar alınsaydı ve okullarda asıl olan kız erkek ayrı eğitimdir, “isteyen veli ve öğrencilere karma eğitim hakkı da tanınacaktır” denseydi anlardım. Dindarların çoğunluk ruhuna geçiş yapmaları için kız ve erkek ayrı eğitimin değil, karma eğitimin istisnai konumda olması gerekir. Böyle bir durum söz konusu olmadığı sürece mütedeyyin camia azınlık ruhunu terk etmemelidir.
Geldiğimiz noktada seküler dinin evrensel ve küresel düzenine muhalif duruş göstermeden ilahî din uygulayıcılarının ayakta kalması ve bekası mümkün olmayacaktır. Dindarlık tarihte dönemde görülmemiş bir tehdit altındadır ve din bağı da giderek zayıflamaktadır. Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığını garip ve anlaşılmaz bulurduk, şimdi ülkemizde de yabancı düşmanlığı baş verdi. Her kurban bayramı hayvancılıkta ne kadar geriye gittiğimizi gözler önüne seriyor. Çünkü hayvan pazarlarında gerçek manada kurban olma şartlarını taşıyan hayvan bulmak giderek zorlaşmıştır. Hayvan yetiştiriciliği her yıl bir önceki yıla göre geriye gidiyor. Bunu Kurban bayramları net biçimde ortaya koyuyor. Beden işlerinde Suriye’li Irak’lı, hayvan yetiştiriciliğinde de Afganistan’lı göçmenler çalıştırılabiliyor. Kimse kendi insanımızı bu işlerde neden çalıştıramıyoruz diye sorgulamıyor.
Netice itibariyle şunu söylemek isterim. Geldiğimiz noktada seküler dinin çok az kişi farkındadır. Seküler yaşam tarzı ile dindar hayat tarzının birlikte yaşaması meselesi yeterince ve derinlikli olarak müzakere edilmiş bir konu değildir. Bu konunun Milli Eğitim politikalarıyla da alakası vardır. Yetiştirilecek insan profili ile ilgili mutabakat sağlanmadığı için, Milli Eğitim sisteminin insan kaynaklarımızı israf etmesi trajedisine son vermek de mümkün olmamaktadır.
Not: Kurban bayramımız mübarek olsun.