Epey bir zamandır babama refakat ettiğim için, akşam haberlerini birlikte seyrediyoruz. Seyretmeye çalışıyoruz, çünkü izlemek bile cidden sinir harbi; kafelerde birbirlerini kurşunlayanlar, trafikte birbirlerine bıçak sallayanlar, intiharlar, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara yönelik çoğu ölümle sonuçlanan darp olayları, soygunlar, dolandırıcılıklar, hırsızlıklar, ve öfke, öfke, öfke... Tam bir karanlık kuşak. Hafta içi böyle de hafta sonu nasıl ekranlarımızın gündemi diyecek olursak, o zaman da rüküş bir zenginlik gösterisine maruz kalıyoruz. Saçlarını dolarla saran kadın, kocasının doğum gününde aldığı uçakta kahvaltı yaparken anlatıyor, kim kimi kiminle nerde aldattı şeklinde şok şok şok edici, insanda tiksinme duygusuna yol açan başka bir fırtınayla karşılaşıyoruz...
Herkes gibi bendeniz de işlerin giderek sarpasardığını, toplumsal yozlaşmanın ataklar halinde hepimizi sıkıştrıldığını farkındayım. Bir kısmıyla küresel değişim dönüşüm koşulları bunu zorluyor, çünkü günümüz insanını tanımlamak gerekirse, onu en iyi tarif edecek terim; 'tekno-insan'. Yani teknolojik bağlantılarımız artık yaşam biçimimiz şeklini almış, internet iletişimi dolayısıyla dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan tüm trendlere, beğenilerden, modalardan, buhranlara kadar bizler de maruz kalıyoruz. Küresel dönüşüm, bizde sert düşüşler şeklinde hissediliyor, annesinin kafasını kesen çocuk haberinde olduğu gibi...
Bir diğer etkileşim unsuru yaşadığımız coğrafyanın açık olduğu kültürel kesişimlerdir. Jeopolitik konumumuz toplumsal dönüşümlerin, mesela bir iç Avrupa'da olabileceği gibi yavaş-ağır işlememesi, tam aksine çok hızlı ve mikser gücüyle gerçekleşmesi sonucunu doğuruyor. Çünkü biz Doğu'nun en Batı ucunda, Batı'nınsa Doğu'ya en yakın mahallesinde oturuyoruz. Burada her şey diğer yerlerden daha çabuk ve daha fazla çarpışıyor...
Yozlaşmanın bir diğer sebebi içinden geçtiğimiz ekonomik dar boğaz olabilir. Bizler çok daha ağır ekonomik koşullara tahammül edebilirdik eski günlerde. Ama tüketim toplumunun koşulları o kadar kızgın ki, bütün saatlerimiz hep daha fazla tüketmeye ayarlı. 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' nün yazarı bugünleri görebilmiş olsaydı, belki de 'saat yok' derdi. Dolayısıyla bilinç ve anlam kaymalarıyla da karşı karşıyayız. Saati olmayanın, hafızası da kayıptır, tüketim odaklanışı sanki bir hipnotize seansı gibi, zamanı ve mekanı bir hortum gibi yutarken, insanı boşluğa asılı bir çamaşıra dönüştürüyor. Hatıra, bilgi, kıyas, tahammül, fedakarlık, emek gibi değerlerin rüzgara karışarak uzaklara uçtuğu bir ortam doğuruyor bu durum. İnsan insanlığına yabancılaşıyor.
Tüm bu sökülmeler, erimeler gözlerimiz önünde sürüp giderken, adalet hissi derin çok derin yaralar alıyor. Arabasıyla adam ezip öldürdükten sonra, annesiyle Amerika'ya kaçan tıfıl delikanlı hakkında, suçsuz olduğuna dair bir bilirkişi raporu hazırlanmış mesela. Halbuki adamı ezip yere serdikten sonra, annesini çağırıyor, annesi, yaralıları hastaneye götüreceği yerde, yere saçılmış telefonları topluyor, aman kimseye haber vermesinler diye... Göz göre göre adam ölüyor, fettan anne oğluyla güle oynaya kaçıyor, seyrettiğim haberlerden aktaracağım olay bu...