Elinde bir ödül, sımsıkı kavramış büyük bir gururla, övünçle ve elini kaldırabildiği kadar havaya kaldırıyor.
“Başardım!” diye bir nara atıyor.
Salondaki herkes ellerini hırpalarcasına, çatlatırcasına, acıtırcasına alkışlıyorlar. Bu da yetmiyor. Ayağa kalkıyorlar ve tekrar tekrar alkışlarına devam ederler. Salondaki davetlilerin böyle coşkulu tezahüratları karşısında acaba gerçekten o, kendi olabiliyor muydu?
Onu tanıyanların bil cümlesi onu tarif ederken en başta mütevaziliğini dile getiriyorlardı. Sonra iyiliğini, uysallığını, çalışkanlığını, azmini anlat anlata bitiremiyorlardı. Ama şimdi aldığı ödül onu “Tek Adam” yaptı. Ondan başka, onun gibisi, ondan daha iyisi yok. Alkışlar ve tezahüratlar da bunu destekliyordu.
Şimdi “Ben başardım. Ben en iyisiyim. Kendi fikrim, aklım, gücüm bu başarıyı getirdi. Çalıştım, azmettim, uğraştım. Çok engeller çıktı karşıma. Ama, yılmadım engelleri bir bir aştım. Ve burada herkes benim büyüklüğümü, aklımı, zekamı, gayretlerimi ve başarımı tasdik ediyorlar.
Şimdi bir soru; “Bu sen misin? Çalışırken sana yardımcı olanlar, seni destekleyenler, engelleri bir bir aşmana katkı sağlayanlar, bugün aldığın ödülün perde arkasında olanlar neredeler ve onları unuttun mu?”
Büyük bir gurur ve keyifle patron koltuğuna oturmuş kahvesini yudumluyor. Misafirlerine a'dan a'dan z'ye tam bir donanımla donanmış odasında ağırlamanın gururuyla bu mevkiye nasıl geldiğini anlatıyor.
Tabii ki klasik “Ben bu hale, babamdan, atamdan gelmedim. Tırnaklarımla geldim.” sözüyle başlar ve çıraklıktan neler çektiğini ustasından nasıl dayak yediğini insanların kendisine nasıl acımasızca davrandığından dem vurur. Sonra ustasının kızı ile evlendiğini ustası ihtiyarlayınca işi ona bıraktığını, o da ustasından aldığı emaneti çok çalışıp buralara getirdiğini ballandıra ballandıra anlatır. Ha bu arada da ustasına bir rahmet okumayı da ihmal etmez.
Dinleyenler, ustasına ve ustasının kızı olan karısına çok vefalı olduğunu, onları başı üstünde yaşattığını ve büyük bir vefa örneğiyle saygıda kusur etmediği hükmüne varırlar.
Fakat, durum öyle göründüğü değildir. Ustasının gözünü boyamıştır. Kızını kandırmış, türlü vaatlerle onu teslim almıştır. Ustası da istemeyerek de olsa evlendirmek zorunda kalmıştır. Belli bir zaman aldıktan sonra işi devralır. İşi devralır almaz önce ustasına tekmeyi vurur. Dükkândan bir lira bile koklatmaz. Dürüst olan ustasından, helalinden kazanan dükkâna haram girmeye başlar.
Tabii böyle olunca çok para kazanır. Maalesef haramdan gelen harama gider ve karı kız işlerine girer. Ustasının kızı yani karısını da boşar. Beş kuruş ödemeden sokağa atar. Ustasını ve karısını tam bir mağduriyetin içine sokar.
Şimdi soru; “Herkese övüne övüne anlattığın hayat hikayendeki vefalı insan sen misin?”
Bütün ülke ekran başına geçmiş onun oynadığı dizisini seyrediyor. Onun dizisi başlar başlamaz hayat duruyor. Oynadığı bütün rollerde hep iyi rolde. Bu dizide de iyiliğin en zirvesinde. Daima insanlara iyilik yapıyor. Öyle ki, kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkalarına yardım ediyor. Halkın tam iyilik abidesi bir insan.
Kendisiyle yapılan röportajlarda kendisinin rol adamı olmadığını, gerçek hayatta da aynı şekilde hep yardımsever olduğunu anlatır, anlatır, anlatır... Çok meşhur olduğu için korumaları vardır, nerede olduğu nereye gittiği hep gizlenmektedir. Dizi setine halktan kimse alınmaz. Gerçek hayatta onunla yüz yüze gelip konuşamadığı ve ona derdini anlatamadığı için herkes onu ekranlarda göründüğü gibi bir iyilik perisi zannediyor.
İyiliklerini ekranda reklam yaparak falan filan vatandaşların paralarıyla yardım ediyor. Görünürde kendisi yardım ediyor. Fakat madalyonun öteki yüzünde firmalar ödüyor. Tabii firmaların işine geliyor. Çünkü, reklamı yapılıyor, satışları patlıyor.
Şimdi soru; “Acaba dizideki rolün gerçek hayatta sen misin?
İçine kapanık evden işe işten eve gider gelir. Hayatta var mıdır yok mudur? Ne mesai arkadaşları ne komşuları ne akrabaları yokluğunu hisseder veya varlığından haberdar olur. Kendi içine gömülmüş görünmeyen hayalet gibi bir insan. Var ama yok.
Çalıştığı dairede işler tıkır tıkır rayında gider. Çünkü herkesin arkasını o toplar. Arkadaşlarının yaptığı hataları düzeltir. Onları yönlendirir. Yaptıklarını reklam edecek kabiliyeti olmadığı ve ben yaptım diyecek kadar övünen ve tafra yapacak karaktere sahip olmadığı, kendini tam ifade edemediği ve yaptığı işe hemen uyanık arkadaşları konduğu ve buna da göz yumduğu için yaptığı işlerin hiçbiri bilinmez.
O hep “İş bilmez, ortada yaptığı bir eser yok, elinden hiçbir iş gelmez, çıkmaz, ha o mu hiçbir şey bilmez anlamaz.” olarak bilinen kendi halinde birisidir. O olmasa da olur kavlinden bir insandır.
İşine hiç gelmemezlik yapmadığı için dairede de işler hep düzenli gider. Bu sebeple onun yaptığı işler hiçbir şekilde görünmez. O yapar, arkadaşları takdir alır.
Şimdi soru; gerçekte sen kimsin?
Mevlânâ’nın güzel bir sözü var:
"Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol."
Bu sözle demek istiyor ki, karakterin neyse öyle ol. İçindeki niyetlerinle ve kabiliyetlerinle uyuşmayan bir rol oynama. Kabiliyetlerinin altında ya da üstünde görünme. Niyetlerini, arzularını, hayallerini, geleceğini karakterin ve kabiliyetlerine göre şekillendir. Davranışların gerçek olmadığında, bir gün mutlaka senaryo bozulur, sahnede kalırsın. Ve o zaman kaybeden sen olursun.
O halde “Sen olmak için bugün ne yapıyorsun?”