III. TÜRK İSLAM SİYASİ DÜŞÜNCESİ KONGRESİ: Türklerin Atayurt’tan Batıya Göçlerini Toplumsallaşma Ve Kamusallaşma Açısından Okumak
MAKALE
Paylaş
12.10.2025 22:22
249 okunma
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık

Felsefe tanımlarımdan birisi “kaygıları paylaşmak” ve yaşanan sorunlara çözüm önerisi üretmeye katkıda bulanmak, bu bağlamda ilkini 2015 yılında Aksaray Üniversitesi ev sahipliğinde “Teşekkül Devrinden 18. Yüzyıla Türk İslam Siyasi Düşüncesi” temasıyla düzenlenen ikincisi 2017 yılında Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde “18. Yüzyıldan Günümüze Türk İslam Siyasi Düşüncesi”nin üçüncünü de (9-10 Ekim 2025, Aksaray) katılmak nasip oldu, şükür.  Mehmet Akıncı, gökçe Nur şafak, Aysun Öcal hocalarımın nezdinde “21. Yüzyılda Türk Düşüncesi” temalı kongreyi düzenleyen arkadaşlarıma teşekkür ederim. Oldukça verimli geçen sempozyumda Selçuklu vurgulu bir bildiri sunan Özgür Önder kardeşimle yeniden fikir teatisinde bulunmak beni daha çok çalışmaya teşvik etti. Ergin Ergün hocam da bu sempozyumun bana kattığı en büyük değer oldu, gerek oturum sonlarında gerekse gezi sırasında “fikri topografya”mızın tarihsel temellerine hukukçu bakış açısıyla değerlendirmelerinin izleğini takip edeceğim. Bir kamu hukukçusu ile felsefe/kelam tasavvuf disiplinlerinin eş güdümlü okunmasında oldukça önemsediğim ve önder düşünürlerden olarak gördüğüm Abdurrahman (Molla) Cami hakkında konuşmanın verdiği entelektüel mutluluğu anlatmak zor, gerçekten.

Benim orada sunduğum bildirinin özetini takdim edeyim. Sonraki yazıda genel değerlendirmede bulunurum inşallah.

 

  • Avrasya’yın Kültürel Kodlarını Anlamak:

Göçler (Kavimler Hareketi) denildiğinde Batılı tarih sunumunun etkisiyle akla ilk gelen Ortaçağ'daki German halklarının hareketi olmaktadır. Avrupa dünyasının kurulması ve Roma-German biçimi kültür ve toplumun oluşması açısından bunu önemsemektedirler. Oysa kavimler göçü salt Avrupa'da tarihsel etkinliği olan bir olay gibi görülmesi eksiktir, çünkü Asya'da, tarihsel önemi büyük, kültürel ve toplumsal bakımından derin izler bırakan kavimler hareketleri olmuştur.

M .S. Il. yüzyıldan sonra Antik Çağ'ın büyük imparatorlukları yıkılmaya başladı. Gotlar, Slavlar, Vandallar, Franklar, Burgundlar, Angıllar, Saksonlar, Lombartlar Balkanlara, Orta Avrupa’ya, İngiltere ve Fransa diye bilinen bölgelere gittiler. Kuzey Avrasya halkları güneye doğru göç etmeye başladı.  Dünya tarihini ilk, orta, yeni çağ şeklinde tasnifini tutarlı bulanlar için ilk çağın sonu orta çağın başlangıcı bu kavimler göçü ile olduğunu söylerler.

Büyük Kavimler Göçü olarak bilinen bu geniş kapsamlı tarihi hadise çokça Germen topluluklarının eski Roma İmparatorluğu'nun batı kısmına akmasıyla neticelendi; haklarında az şey bilinen Chionit’ler, Eftalitler ve diğerleri ise Fars İmparatorluğu 'nun Orta Asya 'daki topraklarına girdiler; esasen Moğol olan halklar ise Çin 'in kuzeyine gitti. Bu hareketliliğin sebebini bilmek ve ortaya çıkarmak çok zor olsa da neticeleri Batı Avrupa ve nihayetinde bir bütün olarak Avrasya ve dünya medeniyeti için köklü değişimler meydana getirdi.

  • Türkistan Kültür Terkibi

Batı’nın Kavimler Göçü tasavvurunu anlamak” Orta Asya Kültür Terkibi” bağlamında yaşanılan değişimleri  analiz etmek gerekir. Değerlendirme yazısında biraz açacağım bunu, Christopher I. Beckwith, İpek Yolu İmparatorlukları Bronz Çağı'ndan Günümüze Orta Asya Tarihi, (çeviren: Kürşat Yıldırım, Ankara: Odtü Yayıncılık, 2011, 81) böyle tanımlıyor ama ben onu Türkistan Kültür Terkibi olarak nitelemeyi daha tutarlı buluyorum.

Bunun için Asya Hun (Hiung-nu) Devletinin Teoman (Çince: 頭曼單于 Touman; taht MÖ 220 - MÖ 209)   kuruluşu, oğlu Mete Han ile zirveye ulaşması (MÖ 209-174)  Kuzey ve Güney diye ikiye ayrılması, dağılması sonucunda Kuzey hunlarının  hareketliliklerine dikkat etmek gerek. Çünkü Türk göçleri Avrupa’da önemli toplumsal ve kamusal değişimlere yol açmış, Avrupa Hun Hakanı Attila’nın hem Kutsal Roma hem de Doğu Roma (Bizans) üzerine gitmesi, Avrupa’nın dengesini sarsmış, göç hareketlerinin tetiklenmesi vb. durumlar sonucu Roma Doğu ve Batı diye ikiye bölünmüştür. Hun akınlarına çok fazla dayanamayan Batı Roma M.S. 476’da, Doğu Roma ise 1453 yılında Osmanlı Devleti tarafından yıkılması Türklerin dünya tarihindeki  yerini gösterir.

  • İnsanlar  Niçin Yurtlarını Terk Edip Yeni Bir Vatan Ararlar?

Türkler Sarı (Seyhun-SiriDerya) Nehir’den Atlas Okyanusu’na binlerce kilometrelik bir yürüyüşe yani göçe başladılar. İnsanlar  niçin yurtlarını terk edip yeni bir vatan aradılar. Türk boylarının kendi aralarında siyasi çatışmaları, önce Çin, sonra Moğol baskısı,  artan nüfus ve yetersiz kaynaklardan, kıraç ve verimsiz topraklardan bereketli topraklara göç etme nedenleri olabilir. Seyhan ve Ceyhan (Amu Derya) ırmakları ile Aral gölü civarında yerleşen Türkler, burada ve diğer bölgelerde çok sayıda devletler kurdular. Özellikle Çin’den başlayarak Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar ulaşan İpek Yolu’nu hâkimiyetlerine alarak, Doğu ile Batı kültür ve medeniyetleri üzerinde etkili olmuştur. İpek Yolu temelde kesinlikle bir ticari taşıma şebekesi olmanın ötesinde etkisi günümüze kadar Orta Asya, Doğu ve Güney Doğu Asya, Güney Asya, Güney Batı Asya ve Avrupa’ya hissedilen sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel bir sistemdi. Çünkü  Çin’den başlayıp, Orta Asya üzerinden batıda Avrupa’ya, güneyde ise Hindistan’a kadar uzanan İpek Yolu, bölgeye hem ticari, hem de kül türel zenginlik kazandırmıştır. 

Türk boylarının özellikle kıraç topraklardan verimli olduğunu düşündükleri yerlere göç hareketi Hunlardan Oğuzlara bin yıldan fazla sürdü. Biz yani Türkiye (Batı) Türklerinin ata yurtlarıyla (Türkistan) olan kültürel sürekliliğinin felsefi diliyle temalaştırılması açısından bu sürecin incelenmesi gerekir. Altay-Ural Dağları arasındaki ana yurtlarından, Moğolistan yaylasına (Orhun civarı-Gök Türkler),  oradan İç/Orta Asya’ya geçtiler. İç Asya’da kurulan Uygur Devleti ve Batı Tanrı Dağları Dağlarının kuzey kısımlarında yaşayan Karluk Türkleriyle birleşen İlikhanlılar (Karahanlı) ile İç Asya Türkleşmeye ve İslâmlaşmaya başlamıştır.  Ardından Orta Asya’da bir devlet için gerekli olan coğrafî ve siyasî bütünlüğü sağlamanın zorluğunu gören Oğuz Türkleri 8. yüzyıldan itibaren Batı’ya doğru yeniden büyük bir göç hareketi gerçekleştirdiler.

  • Oğuz Türklerini Batı’ya Doğru Büyük Bir Göç Hareketi

 Türkler, milâttan sonraki ilk asırlardan itibaren Doğu (Çin), Batı’ya Ural Dağları Hazar Gölü’nün kuzeyinden Doğu Avrupa, Orta Avrupa ve Balkanlara, Hazar Gölü’nün güneyinden Kafkasları geçerek İran, Mezopotamya, Anadolu, Suriye, Irak hattına, Güney’de Hindistan’a doğru göçler gerçekleştirdiler. VI. yüzyılda Altay'dan gelen bu yeni fatihler yani Türkler, kısa zamanda Büyük Okyanustan Karadeniz'e kadarki bütün kavimleri yönetimleri altına almışlardır. Öyle gösteriyor ki, “kültür tarihi hatta doğru bir tabirle düşünce tarihi,  etnik tarihle sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu ilk Türk Devleti olarak bilinen Batıya göçü başlatıp Karadeniz düzlüklerine kadar ulaşan Hun İmparatorluğu (M.S. 376 Balamir Han) birçok büyük Türk Devletinin çekirdeğini teşkil etmesinden hareketle söylüyoruz. Göktürk Devleti, Uygur Devleti ve İç Asya’yı Türkleştiren ve İslamlaştıran, Âl-i Afrasyâb diye de bilinen Karahanlılar ve Gaznelilerdir. Hicretin üçüncü yüzyılında, Buhara’yı başkent yapıp, Horasan’da kontrolü ellerine geçiren Samanilerin Jakarta’dan Bağdat’a ve Harezm’den ve Hazar Denizi’nden Hindistan sahillerine kadar yayılmıştı. Bu kültürel ve siyasal birikimi devşiren Gazne Türk Devletini, Selçuklu Türk Devleti Dandanakan Savaşı’nda (341/1040) yendi.

Dönemin ekonomik mihveri olan İpek yolunun ana hattı üzerinden Doğu Akdeniz’e yönelik toplumsal ve siyasal hedeflerine yöneldiler. Ardından Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletleri bölgede hâkim oldular. Türk kavimlerinin toplumsallaşma ve kamusallaşmanın (müşterek alanın) boyutlarını etki alanlarının yaygınlığını gösteren bu süreç bireysel ve toplumsal açıdan birlik ruhunu, dayanışma gücünü göstermesi açısından incelenmeli ve günümüze ne söyleyebileceği güncellenmelidir.

  • Türk Cihan Hâkimiyeti Mefküresi

 Bu “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefküresi Tarihi” de denilen bu sürecin metafizik temellerinin incelenmesiyle olacaktır. Günümüz ekonomi politik gelişmelerin anlaşılması ve açıklanması açısından bu metafizik temellerin incelenmesi önemlidir.  Çünkü İpek Yolu, Çin’den Akdeniz’e kadar uzanan kervan yollarının oluşturduğu eko-politik ve kültürel aktarımı sağlayan bir sistem olduğu önermesinden hareketle Türk-İslam coğrafyasının tarihteki konumunu, sömürgeleşme ve istikrarsızlaştırma süreçleri ve günümüz enerji üretim ve arz merkezlerinin buralarda olması bu ve benzeri okumalarının önemini artırmaktadır.

“Türk Dünyasının Jeo-Politik ve Jeo-Kültürel Haritası”nı çıkarmak ve günümüzde yaşanan ekonomi politik mücadelelerinin tutarlı analizini yapmak için kadim dünyadaki ticaret (İpek) yollarını takip ederek gerçekleştirdiğimiz göç güzergâhlarımıza bakmak gerekir.    Çalışmanın öncelikle hedefi, Türklerin göçebe (konargöçer) olduğunu sistematik bir şekilde belirten ve artık bir efsane şeklinde sunulan kurgular yerine göçlerin bilinmeyen topraklara değil, büyük bir strateji üzerine kurulduğuna odaklanmaktır. Ele geçirilen yerlerin kısa sürede yurt kılınıp “Türkeli” diye ilan edilme süreçlerini kamusallaşma  (kamusal alanın oluşması, ortak değerler ve kültürel miras etrafında birleşme) ve toplumsallaşma (farklı boy, soy ve toplulukların ortak bir kimlik altında bütünleşmesi) açısından incelemek ve güncellemektir. “Tarih/geçmiş ile günümüz arasında uyum kurma” çalışması için tarihi iyi bilmek ve günümüzün evrensel fikrî birikimi ışığında rasyonel bir şekilde incelemek, aynı zamanda Türkistan-Türkiye irtibatının “fikri topografya”sını çıkarmak demektir

  • Türk Göçlerini Toplumsallaşma ve Kamusallaşma Açısından Okumak

Bunun için İran coğrafyası “örnek alan” olarak incelenirse, Ön Asya (Anadolu) hüküm süren Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kültürel kodları güncellenecektir. Oğuz grupları 1029 yılından itibaren Doğu ve Kuzey İran’a göç etmeye başlamışlardı. İran coğrafyası ekonomi politik açısından niçin önemlidir sorusu bağlamında Doğu ve batıyı birbirine bağlayan İran platosunu, Orta Asya bozkırlarını ve Hindistan ovalarını Akdeniz limanlarıyla, kuzey ve güneyi ise Rusya nehirleri boyunca Basra Körfezi kıyılarına bağlayan yollar, Doğu Hint Adaları, Hindistan ve Çin'den Avrupa'ya ticaret taşıyordu. Öncelikle Kazvin, Tebriz, Erdebil ve Kaşan başlıca tüccarların ikamet ettiği yerlerdi.

Bölgede önce hakim olan Gazneli Türk Devletidir. Onları yenen Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157) bütün İran’ı uzunca bir süre yönetimi altına almıştır. İlk üç büyük sultan Tuğrul Bey, Alp-Arslan ve Melik Şah, başarılı bir yönetim sergiledi. Selçuklu’dan sonra Harzemşahlılar (1097-1231) bölgede etkin olmaya başladılar. Ardından Moğol akınları başladı. Babası Cengiz Han’ın en küçük oğlu Toluy Han olan Hülâgû, kardeşi Mengü/Möngke Han tahta çıkınca (1251-1259) harekâtını yani İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Anadolu’yu yürütmek üzere “ilhan” (il+han “bölge hükümdarı”) olarak gönderdi. Ögedey (Oktay) Han zamanında İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyeti pekişti. İran’da İsmâilîler’in kalelerini ve özellikle Alamut Kalesi’ni ele geçirip onların nüfuzunu kırdıktan sonra Bağdat’ı ele geçirip, Abbâsî hilâfetine (656/1258) son verdi. Başşehri Tebriz olan İlhanlılar Devleti’ni kurarak Hazar denizinin güney sahilleri hariç bütün İran’da siyasî birliği oluşturdu.  Bugünkü İran, Azerbaycan, Anadolu ve Irak’ın idaresi yaklaşık bir asır boyunca İlhanlı hâkimiyetinde kaldı. Selçuklu hâkimiyetinin bir gölgeye dönüşünce Anadolu Türkleri Büyük İlhanlılar İmparatorluğu içine girdi.  İlhanlılar, Doğu Akdeniz Ticaretinde rakip olarak gördükleri Mısır-Suriye Memlûk devletiyle, başlangıçta kardeş devlet dost ve müttefiki, sonra İran coğrafyasında rakipleri arasına giren Altın Orda/Devleti ile mücadele etmeye başladı. Anadolu’da siyâsî etkinlikler açısından bu husus önemlidir.

  • İran Platosunun Ekonomi  Politik Önemi

Doğu ve batıyı birbirine bağlayan İran platosunu, Orta Asya bozkırlarını ve Hindistan ovalarını Akdeniz limanlarıyla, kuzey ve güneyi ise Rusya nehirleri boyunca Basra Körfezi kıyılarına bağlayan yollar, Doğu Hint Adaları, Hindistan ve Çin'den Avrupa'ya ticaret taşıyordu. Yollar boyunca, konumları siyasi olduğu kadar coğrafi ve ekonomik faktörlerle de belirlenen ana şehirler sıralanıyordu. Önemli ticaret yollarının, önemleri değişse de, bu dönem boyunca neredeyse sürekli kullanımda kalması dikkat çekicidir İran coğrafyasının dini tarihinde Selçuklu dönemi, İsmaililerin dönemi olması nedeniyle özellikle ilgi çekicidir. Bölgede Sünniliğin gelişimi, Şii fikirlerin mayalanması ve Tasavvufun kurumsallaşma onuncu yüzyıldan on ikinci yüzyıla kadar uzanan süreci incelemek gerekir. Şiilik bu coğrafyanın bir olgusudur ve Sünnilik farklılığının aykırılığa dönüştüğü coğrafya olması ve mezhebi çatışmalarının ekonomi politik mücadelelere meşruiyet sağlaması açısından oldukça önemlidir. Türkmen tarihi açısından söyleyecek olursak, Erdebil Tekkesi şeyhliğinin manevi/karizmatik otoritesini devlet başkanlığı (Şahlık) çevrilmesi, bölgenin hazırbulunuşluğu açısından oldukça zekice bir dönüşümü gösterir. Çünkü İran, Şiilik, kadim Güney Arabistan geleneğinde baskın olan yarı-ilahi kabile şeyhlerine İslami bir formla yenilendiği görülmektedir.

 Bu noktada “Moğolların 13.yüzyıldaki seferleri göç olarak görülmeli mi?” sorusu gündeme gelir:  Bağdat’ı işgal ederek Abbasi hilafetine son vermesiyle bugünkü Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Kafkasya topraklarını içine alan ve tarihte İlhanlılar olarak yerini alan yeni bir devlet olarak İlhanlılar kuruldu. (1256-1335) Yaklaşık bir asır boyunca İran’a hâkim olan Devletin hükümdarı Gazan Han İslamiyet’i seçmiş, içtimai, idari ve iktisadi alanlarda yaptığı reformlar toplumsallaşma ve kamusallaşma açısından bölgeyi önemli ölçüde etkilemiştir. Sonrasında İlhanlı Devleti (1256-1335) kuruldu ve yaklaşık bir asır boyunca İran’a hâkim oldu. İlhanlı hükümdarı Gazan Han İslamiyet’i seçmiş, içtimai, idari ve iktisadi alanlarda yaptığı reformlar toplumsallaşma ve kamusallaşma açısından bölgeyi önemli ölçüde etkilemiştir.

İlhanlılar’dan sonra İran bir ara Celayirliler (1340-1431), Çobanoğluları (1337-1357) ve Muzafferiler (1314-1393) gibi bazı boy ve oymakların hâkimiyet mücadelelerine sahne olmuştur. Sonra Timur (1307-1405) yerel hanedanlara son verip İran’da bir süre siyasi birliği sağladı. Asya’nın en büyük komutanlarından birisi olarak tarihe geçen Emir Timur’un İran coğrafyasını ele geçirmesinden sonra ilim, edebiyat ve güzel sanatlar gelişmiş; ”Işık Doğu’dan yükselmeye başlamıştır.”

Sahipkıran ve Küregen sıfatlarına sahip olan Timur, Hindistan’ın İndus bölgesine ve Ganj havzasına siyasî başarılarının yanında kültürel açıdan İran ve Arap edebiyatlarını korurken Şii Büveyhîlerle mücadele edip, Sünnî öğretiyi bölgede yaydı. İran’daki edebî, ilmî gelişmelerde Timurluların etkisi büyüktür: “İran'da Timurlu yönetimi dönemi 807/1405'ten 913/1507'ye kadar uzanır.

Mimaride Abbâsî ve Horasan geleneklerini içeren yeni tasarımlar yapılmasını istedi. Emir Timur’un vefatıyla oğlu Cihangir Horasan’ı, Şahruh Mirza ise Maveraünnehir’i yönetmeye başladı. (1405) Onun oğlu Uluğ Bey, bilge yönetici tipi olarak görülür. Dönemlerinde Herat, Sultan Mahmud zamanındaki ihtişamlı dönemini yaşamış, “Timurlu Rönesansı” nitelendirmesine neden olan gelişmeler görülmüştür.

Kamusallaşma açısından Osmanlı bu dönemde Timurlular’a bağlılığını teyit edecek bir ölçülülükte devam etti. Çünkü Şahruh'un babası Timur'un Anadolu siyasetini takip etmesi, bunun yanında Malatya'ya ve Divrik'e kadar olan yerlere hâkîm olan Memluklerin faaliyetleri, Dulkadiroğulları ve Karamanlıları himâye altında tutma gayretleri, Osmanlıları dikkatli davranmaya itmekteydi. Hatta Şahruh'un politikaları, Memlük-Osmanlı ve Altınordu-Osmanlı irtibatının gelişmesine yol açan yeni dengeler oluşturmuştu. Ardından Karakoyunlular ve Akkoyunlular İran coğrafyasında hâkimiyet mücadelesi verdiler. Karakoyunluları Akkoyunlular yok etti, onu da  (Şah)  İsmail Bahadır Han  (1501-1736)  yendi ve Safevî Devleti’ni kurarak şahlığını ilan etti.

  • Safevi Devleti-Osmanlı Devleti Doğu Akdeniz Mücadelesi

İran coğrafyasının Safevi Devleti öncesinde yoğun olarak Sünni’ydi, sonradan on iki imam Şiiliğine dönüştü tesbiti üzerinde ayrıntılı düşünmek gerek. İran'ı dünya tarihi sahnesine geri döndüren Safevilerdir. Yeni bir dönemin habercisi olarak, İran'da güçlü ve kalıcı bir devlet kurdular.  Monarşist geleneği yeniden canlandırarak, yeni bir askeri ve siyasi yapı oluşturdular. Şii (Caferi/on iki imam) öğretisini devlet dini olarak benimsettiler. Fars İslam'ını İranileştirdiler.  İki yüzyıldan fazla bir süre boyunca Safevi Devleti, İran'ın eski siyasi ve kültürel geleneğini sürdürmüş ve ülkeye ve halkına, kısmen günümüze kadar varlığını sürdüren, benzersiz bir tarihi öneme sahip karakter kazandırmıştır. Bu hanedanın önemi yalnızca İran'ın ulusal tarihiyle sınırlı değildir: İran'ı dünya tarihi sahnesine geri döndüren Safevilerdi. Osmanlılarla çatışmaları ve Batılı güçlerle ittifak politikaları, dünya çapında tarihsel bir ilgiye ve Batı Avrupa tarihiyle doğrudan bir ilişkiye sahiptir.

Türkiye ve yakın bölgesinin tarihsel ve kültürel kodlarını güncellemek açısından Akkoyunlular, Karakoyunlular ve özellikle Safevî Devleti Türk göçlerinin toplumsallaşması ve kamusallaşması açısından tipik bir örnek olarak incelenmelidir. Bu noktada Anadolu Türkleri tarafından kurulmuş olan Safevi Devleti-Osmanlı Devleti Doğu Akdeniz Mücadelesinin Tebriz vilayetinin o dönemlerde İngiltere’nin bütçesine denk hatırlamak yeterlidir.

  • Dini Farklılıkların İstismarıyla Ekononi Politik Mücadelelere Meşruiyet Sağlamak

Çalışmanın temel önermelerinde birisi de dini farklılıklar fikrini istismar edilerek, tebaalarıyla ilişkilerinde mümkün olan en büyük karışıklığı teşvik edildiğini iddia etmektedir.  Çünkü o dönemde bölgede etkinlik gösteren Şii Karakoyunlu Devletini yenen Sünni Akkoyunlu Devleti, yine Sünni olan Osmanlı Devleti ile mücadele etmektedir. Bu çatımada sünni bir yapıdan şii bir yapıya dönüşme sürecinin örneklerinden birisi olan Erdebil Tekkesini öne çıkartan bu siyasal yapıdır.

Bunlarla çatışan Karakoyunluların lideri Kara Yusuf ’un oğlu Mirza İspend, güç dengesinin Akkoyunlular'dan yana olduğunu düşündüğünden olsa gerek, hem Sünnilerin hem de Şiilerin katıldığı büyük bir kurulun önünde Şiiliği benimsediğini açıklar. Bunda Akkoyunluların yanısıra Huzistan ve Irak civarındaki Şii Arap Maşaşa Hanedanı ile mücadelesi açısından elini güçlendirme ihtimalini düşününce itikadi tercihin oldukça stratejik bir tercih olduğu görülür.

Mirza İspend için Şii olmak, Oniki İmam adına sikke basmak, Oniki İmam mezhebini benimsemek ve böylece -aslında- Ehl-i Beyt'in saf mezhebinin savunucusu olmak anlamında bölgesel çatışmalarda önemli bir güç sağladığı gözükmektedir. Bununla birlikte Mirza İspend ile Cihan Şah’ın benimsediği Şiilik türü farklı özelliklere sahip olduğunu söylersek, teolojik dilin anlaşılmasının önemi iyice artar.

Devletlerinde yaşayanların devamlı desteğini temin için bu görüşlere kamusal bağlılık açısından baktıkları ve büyük ihtimalle bir siyasi kaldıraç olarak görülmektedir. Ekonomi politik çatışmalar bağlamında Emir Timur ile Yıldırım Beyazıt’ın çarpışa unsurlarından birisinin de Karakoyunlu liderini teslim edip etmeme meselesi olması, durumun giriftliğini göstermektedir.

  • İslam Dünyasının Teo Politik Merkezi

İslam dünyasının teo politik merkezi Peygamberimiz döneminde Mekke, Emeviler ile Şam/Dımaşk’a taşınmıştı.  Abbasiler ile Bağdat’a taşınmış, teolojik meşruiyeti Daru’l-Hikme ile sağlamaya çalışmışlar, aynı dönemlerde Şii-İsmaili Fatimiler’in politik merkez ise Kahire idi. Osmanlı devletinin Bizans başkenti Konstantinopolis ele geçirip adını İstanbul yapmasıyla Fatih Sultan Mehmed Roma hükümdarı" (Kayser-i Rûm) ve Padişah-ı güzin halife-i ruy-i zemin olarak anılmaya başladı.

Kahire Memlüklü Devleti tarafından tekrar teopolitik merkez haline getirilmeye çalışıldı. Moğollar tarafından ilga edilen hilafetin Sultan Baybars tarafından yeniden canlandırılmaya çalışılması, dinin meşruiyet aracı olarak ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir. Yavuz Sultan Selim Memluklu Devletini yenmesiyle İslam dünyasındaki siyasi ve dini otorite birleşmiş oldu. Artık İslam dünyasının 1918 yılına kadar ki politik merkezi İstanbul oldu. Şii Safevi Devleti de başkenti Tebriz’den önce Kazvine taşıması orada Daru’l-hadis kurmuşlardı. Daha sonra İsfehan’a taşınmasının teopolitik ve ekonomi politik gerekçelerini analiz etmek önemlidir.

Devletlerinin hâkimiyetlerini pekiştirmek ve diğer komşu Türk devletleriyle olan çatışmalarına meşruiyet sağlamak dini anlayış (Şii-Sünni-Selefi) farklılığından hareket etmesi gerçeğinin hala etkin olması bu çalışmayı özgün kılar.  Özellikle çoğunlukla Sünnî bir dini tasavvura sahip bölgede Şiiliğin yaygınlaştırılmasına dair tarihsel sürecin incelenmesi, On İki İmam (İsnaaşariyye) öğretisinin Safevi Türk Aklının ürünü olduğunu gösterir. Günümüzde yakın çevremizde (Irak-Suriye, Lübnan, Filistin ve İran) çatışmalara baktığımız zaman mezhep aidiyeti üzerinden meşruiyet sağlandığını görmek çalışmayı güncel sorunların tahliline katkı sağlayabilir.

  • Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak

HİTÜ Çorum Mektebi olarak biz bu süreci ”Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” açısından yani “Orta Asya’dan Türk olarak gelip Türk kalmamız ve bu göçle de bir Akdeniz medeniyeti vücuda getirilmesi olarak değerlendiriyoruz. Ön Asya/Anadolu’nun jeo-politik konumu ve kültürel birikimi bu göç yollarına bakıldığında ortaya çıkar ve niçin burayı merkeze alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu millî hafızamızı bilinçle inşa etmemizin netice olarak açıklar. Bu nedenle metnin ana hedefi, Türklerin İç Asya/Atayurtlarından başlayan ve Anayurt yani Anadolu/Türkiye kadar süren göçlerini toplumsallaşma ve kamusallaşma açısından okumaya “Giriş” yapmaktır.

Bilinçli düşünmek için, tarih ilmine doğrudan bir girişle, günümüz insanıyla iletişimi, genel geçer doğru diye dayatılan bilgileri ve tarihsel olgu ve olayları bilmeyi birbirine yaklaştırma çabasındayız. Bundan kasıt, toplumsal ilişkilerin, gücün ve kimliklerin üretildiği alan olarak devletleşme süreçlerini incelemektir.

  • Söylem ve Eylem Alanına Dair Yeni Okuma İmkanı

Böylelikle tarihsel olarak ‘Kamusal alan’ “Devletin alanı” olarak sınırlamayı getirir mi?” veya “Devleti ve kamuyu birbirinden ayrıştırmadan,  “Biz kimseye kin tutmazuz, kamu âlem birdir bize” diyen Yunus Emre’nin dilindeki anlamıyla “cümle alem-herkes” diye genişleterek, yeni bir kamusallık anlayışı ortaya koymanın imkânı nedir?”soruları bağlamında modern müzakerelere de teorik arka plan sağlayabilir.

 Bu noktada hareket noktamız, tarihsel olarak da “Sivil/özel alanı olma ihtimalini Hannah Arendt, “Söylem ve Eylem Alanı”  tasavvurudur. Onun Antik Yunan’da kamusal (herkese açık/müşterek) ve özel (ev gibi mahrem) alanlar arasındaki ilişkileri ve siyasi alanın idealleştirilmesini tartışmaya açması önemlidir.

 Biz de Türk Düşünce tarihinde oluşturulan kamusallaşmanın hem farklı din, farklı ırka mensup bireylerin bir araya gelip toplum oluşturduğu hem de gelecek nesillerle paylaşılan bir alan olarak ele alınıp alınmadığı hususunu müzakere edeceğiz. Böylece geleneksel hukuk ile modern hukuk kamusal alan birçok perspektifi barındırarak gerçeklik algısını güçlendirme olasılığına dikkat çekilecektir. 

 

 

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya