Ahirete inanıyorsanız adaletin sizi beklediğini bilin derim. Bizi bekleyen adalet “Kul Hakkı”dır. Neden mi? İzah edeyim ama önce Ehl-i Sünnetin itikat kitaplarında kul hakkının neden yer aldığını açıklayalım…
Kul hakkı meselesi, Eş’ari kelamcısı İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî ve Hanefî Hakîm es-Semerkandî ve Hanefi-Matüridi Ebü’l-Muîn en-Nesefî hazretlerinin eserlerinde geçmektedir. Benim kanaatim kul hakkının akaid metinlerine girmesinin ana gerekçesi, kul hakkının büyük günahlardan biri olmasıdır. Dolayısıyla bu günahı işleyen Müslümanın durumunu izah etmek gerekmiştir. Kul hakkı konusunda diğer günahlar gibi Allahü teala dilerse affeder diyemiyoruz. Bir kimse namaz kılmasa, içki içse yine günah kazanmış olur ama biz bu günahlarından dolayı bu kişinin ebedî azap göreceğini söyleyemeyiz. Oysa kul hakkı böyle değildir, dünyada onun tekfir edip dinden çıkarmayız ama ahirette bu kişinin durumu konusunda açıkça onun zarar göreceğini söyleyebiliriz…
Bir diğer sebebi de akaid ilkelerinin, onun etrafında oluşan bir milletin kurucu ilkeleri olmasıdır. İslam ümmeti veya İslam milleti dediğimiz o büyük millet bu akaid ilkeleri etrafında bir araya gelir. Peki, İslam milletinin en önemli vasfı nedir? İmam Matüridi’ye göre adalettir. Kur’ân’da Allah “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık” buyurmaktadır. İmam Matüridi’ye göre “Vasat” ile kastedilen adil olmaktır. “Ümmeten vasaten”, ümmeten adilen demektir, çünkü o yüzden Allah Müslümanları insanlığa şahit kılmıştır. Ancak adil olanlar insanlığa şahitlik yapabilirler. Adaletin sağlanması ise hakların gözetilmesine, hakkı olana hakkını teslim etmeye, kimseye zulüm edilmemesine bağlıdır. Bu yüzden de akaid metinlerinde açıkça bu ilkeye yer verilmiştir.
Hakîm es-Semerkandî yüzyıllarca temel metinlerden biri olan Sevȃdu’l-A’zam adlı metninin 42. meselesinde şöyle diyor: “Her kim ki, dünyada mü'min olarak ölen bir hasmı olur ve onu razı etmezse, o kişinin kıyamet gününde Allah'ın onun iyiliklerinden hasmına vereceğini bilmesi gerekir. Bunun aksini düşünen ve ‘Allah iyiliklerimi hasmıma vermez’ diyen kimse bid’atçi durumuna düşer.” Burada “hasım” ile kastedilen borçlu demektir. Borçlu illa maddi olarak birine borç veren değildir, bir kimsenin hakkını gasbeden, onu haksız biçimde ele geçiren kimse de o hakkın sahibine karşı borçludur. Bu ifadeler bize Hazreti Peygamber’in (aleyhisselam) müflis hadisini hatırlatmaktadır.
Hazreti Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre Peygamber efendimiz bir defasında “Müflis kimdir, bilir misiniz?” diye sormuştu. Sahabe: “Müflis aramızda parası ve malı olmayandır” diye cevap vermiştir. Rasulullah buna karşılık “Ümmetimden müflis kimse, kıyamet günü namaz, oruç, zekâtları ile birlikte gelir. Bakılır ki ona sövmüş, buna iftira atmış, onun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, onu dövmüş. Bunun üzerine iyiliklerinden alınarak haksızlık yaptığı kimselere verilir. Haklar ödenmeden iyilikleri bittiği takdirde, bu sefer onların günahlarından alınarak buna yıkılır, sonra da bu kimse Cehenneme atılır” buyurmuştur. Dolayısıyla ölmeden önce dünyada haklarını aldığımız insanlarla helalleşmemiz şiddetle bize tavsiye edilmiştir. Ayrıca burada Müslüman veya gayrimüslim ayrımı da gözetilmemektedir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnetin inanç ilkeleri adil bir toplum inşa etmek amacını güder…
“Kul hakkı diye bir şey Kur’ân’da var mı, bunu nereden çıkarıyorsunuz?” denebilir. Hadislerde olduğunu biliyoruz. Kur’ân kul hakkından bahsediyor mu? Bahsetmiyorsa bu itikadi bir ilke olur mu? “Kur’ânda bunun karşılığı var mı” diyorlar, Kur’ân’da doğrudan kul hakkı kavramı bulunmaz, çünkü bizim kul hakkı dediğimiz şey Kur’ân’ın terminolojisinde zulümdür. Zulüm yalnızca güce dayalı bir zorbalık değildir, zulüm bir başkasının hakkı olanı ona vermemek, hakkı olanı ondan haksız biçimde almaktır. Kul hakkı da bir zulümdür! Bunu nereden biliyoruz, nasların tefsiri mahiyetindeki hadislerden anlıyoruz.
Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anha) nakledilen bir hadiste şöyle deniyor: “Kim bir karış miktarı bir yere, haksız yere zulümle sahip olursa o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” Şimdi demek ki, bir yeri haksız yere almak zulümdür, hak etmediğini almak Kur’ân’ın literatüründe zulüm, hak edene hakkını vermek adalettir. Dolayısıyla adaletin zıttı zulümdür. Zulüm hakkın gasbıdır. Bir başkasına ait olan hakkı, isterseniz despotça alın, isterseniz hile ile alın, isterseniz kişi hiç fark etmeden alın hepsi sonuçta Allah katında zulümdür. O yüzden, her zulüm mutlaka kul hakkıdır, her kul hakkı da mutlaka zulümdür. Bunlar birbirinden bağımsız değildir.
Bu da bize başka bir usul ilkesini hatırlatmamızı gerektiriyor. Demek ki Kur’ân’da geçen bazı terimlerin daha iyi ve kapsamlı anlaşılması için hadislere başvurmamız gerekiyor. Hadisler bir yerde Kur’ân naslarının tefsirinde önemli bir kaynak olarak karşımıza çıkıyor…
Bazı insanlar, internette yazmış “İslam’da kul hakkı diye bir şey yoktur” diye. “Bunu âlimler uydurmuş, böyle bir şey yok” diyor. Görüldüğü gibi hadisleri reddederseniz, tertemiz istediğiniz gibi kul hakkı yiyebilirsiniz gibi bir sonuç çıkıyor.
Kur’ân’a baktığımızda zulüm affedilmeyecek bir günah olarak karşımıza çıkar: “Evet, o inkâr edenleri ve zulmedenleri Allah ne bağışlayacak, ne de onlara bir kurtuluş yolu gösterecektir.” (Nisa Suresi 168. âyet) “Allah tarafından affedilmeyecek iki günah var, bunlar şirk ve zulüm, dolayısıyla kul hakkı. Bunun delili nedir derseniz? Nisa suresinin 168. âyetini hatırlamamız gerekir. Gerçek şu ki inkâr edenlerle zulmedenler, zulmedenlerle inkâr edenler birlikte anılıyor, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir, dolayısı ile zalimi affetmeyeceğini Allah söylüyor. Zulmün şirkten farkı ise şudur; zalimin affedilmesi için bir yol var, o yol Allah’ın hakkı değil kulun hakkı, o yolun gittiği yer, o kişinin zulmettiği kişi ile helalleşmesi, ona hakkını ödemesidir… “Bu yargıya nereden varıyoruz?” diye sorabilirsiniz?
Burada Ebu Hureyre’den (radıyallahü anh) nakledilen bir başka hadis bize yardımcı oluyor. Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin salih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”
Müflis hadisinin anlamına çok yakın olan bu hadis, hem zulüm ile kul hakkı kavramının nasıl birbiriyle ilişkili olduğunu hem de helalleşmenin bağışlanmayı getireceğini gösteriyor. Nasıl ki iman etmek, şirki ortadan kaldırıyorsa; hak sahibine hakkını iade edip adaletin tesis edilmesi de zulmün ve kul hakkının affına vesile olabiliyor.
Kur’ân metnini anlamada geleneğin ve hadislerin rolü de böylece çok daha iyi anlaşılıyor sanırım. Düz bir meal okuyucu eminim ki bu anlamları yakalayamayacaktır!..
Kul hakkı yiyenin dünyadaki durumu nedir? Buna göre kul hakkı yiyen kâfir olur mu, olmaz! Biz ona bu dünyada küfür isnat edemeyiz, çünkü temel ilke; iman girdiği yerden çıkar. İman tasdik olduğu için ancak tekzip/inkâr onu yok eder. Tekzip olmadığına göre bu kimse kâfir değildir. “Peki o kimsenin ahiretteki durumu nedir?” dediğimizde işte bu ilke hemen gündeme gelir. Ahiretteki durumu şudur: Bu kimse hakkını yediği kimse ile hesaplaşmadan cennete giremez, mutlaka helalleşmek zorundadır…
Allah dilerse kendi hakkına taalluk eden günahları affedebilir ama kul hakkını kulların helalleşmesine bırakır. Adaletinin gereği böyledir.
Kişi kul hakkından dolayı bir ceza ile karşılaşmak istemiyorsa yapması gereken iki şey vardır. Birincisi helalleşecek. Bu helalleşme nasıl olur? Ya karşıdaki bunu helal eder ya da öder karşılığını verir. Bir de üzerine tövbe edecek, dolayısı ile tövbenin de buna eklenmesi gerektiğini anlıyoruz ki, bu günahtan kurtulsun. Kişi bireysel hakları bireye, kamu haklarını ise beytülmale ödemek zorundadır. Birey şahıslarla helalleşebilir ama kamuyla helalleşme şansı yoktur. Şimdi Hazreti Ömer’in (radıyallahü anh) neden kamu görevini ateşten gömlek olarak gördüğünü anladınız sanırım.
Kul hakkı, toplumsal refah ve adaletin sağlanması için oldukça önemli bir ilkedir. Birey ya da kamudan üzerimize haksız yere geçecek bir hakkı ödemeden cennete giremeyeceğimizi bilmek bireyin öz-denetim mekanizmalarını güçlendirecektir. Hatta bireyden üzerimize geçen hakları bazen ödemeden de kişiye helal ettirmek mümkün iken kamudan üzerimize geçen hakları geri misliyle ödemeden asla affettiremeyiz. İşte Hazreti Ömer’in, kendi özel işini yaparken kendi mumunu, kamu hizmeti görürken devletin mumunu yakmasındaki hassasiyeti sağlayan bilinç bu itikattır…
Kul hakkını yiyen bir kimse hakkını yediği kimse ile helalleşmedikçe ona hakkını ödemedikçe cennete gidemez, ilkesini cuma hutbelerinde, Kur’ân kurslarında, okullarda öğretsek, etkisi olmaz mı? Bence olur ama maalesef Ehl-i Sünnetin önemsediğini bugün biz önemsemez olduk!
Nizamülmülk’ün dediği gibi: “Mülk küfr ile âbad olur, zulm ile âbad olmaz.” Allah gücü, mülkü yalnızca Müslümanlara vermez. Bazılarımız ne yaparsak yapalım Allah’ın bize torpil geçeceğine inanıyor. Oysa Necm süresi 39. âyetinde belirtilen sünnetullah gereği; “şüphesiz her insana kendi emeğinden başkası verilecek değildir.” İnsan ancak emeğinin karşılığını alır, çalışan, aklını kullanan dünyayı imar eder.
Adalet ve ahlak insanlığın yitik hikmetidir. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2020 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde ilk yirmisinde bir tane Müslüman ülkenin olmamasının gösterdiği gibi, kul hakkı konusunda Müslümanlar olarak sınıfta kalmış durumdayız!