“Modern insan” aşırı stres ve kaygı ile baş edebilmek için meditasyondan manevi rehberliğe kadar birçok yola başvuruyor. Meditasyon araçlarından biri olarak gördüğü yogayı yadırgamayanların namazı, duayı yadırgaması gerçekten makul olmaktan daha çok ideolojik bir saplantı olarak görülüyor.
İnsanlığın yaşadığı en büyük krizlerinden biriyle karşı karşıyayız. Buna rağmen içimizdeki marjinaller boş durmuyor. Bir tarafta her fırsatta hıncını dinden almaya çalışan, din ve dinî hayatın temsilcileri ile diyalog kurmayı reddeden bir kitle var. Diğer tarafta ise; dinin temel gaye ve hikmetini, dinî ilimlerdeki usul ve esasları anlamadan lafzi bir din yorumunu merkeze alarak düşünceye, bilime savaş açmayı din sanan bir kitle var. Bu iki toplulukta bulunan marjinaller, sosyal medya sayesinde gündem oluşturabiliyorlar. Aynı zamanda post-truth/hakikat ötesi çağın araçlarından da istifade ederek, yanlış ve manipülatif bir haberi doğru olandan on kat daha hızlı yayabiliyorlar. Marjinallik de böylece makul olandan daha fazla ilgi topluyor…
Büyük bir salgınla karşı karşıya kalan insanlık bir taraftan bilimin tüm kazanımlarını seferber ederken bir yandan da yaşadığı travmayla baş edebilmek için Yüce Yaratıcı’ya sığınıyor. Fakat sanki dua ettiğimizde bilime düşman oluyormuşuz veya bilime güvendiğimizde de duaya karşı geliyormuşuz gibi bir çatışma alanı oluşturuluyor.
Geride bıraktığımızı düşündüğümüz hastalıkların tekrar nüksetmesi gerçekten endişe verici bir durum oluşturmaktadır. Bilim-din çatışması, pozitivist modernleşme iddiasının çoktan terk edilmiş bir düşüncesiydi. Ancak anlaşılıyor ki birileri, hâlâ bu moloz yığınının altından tükenmiş ve terk edilmiş bir materyalist pozitivist düşünceyi diriltmek için fırsat gözlüyor. Bu durum pozitivist düşünceye sırtını yaslayan ve onun savunucularıyla birlikte dini insanlık aşamasının gelişmemiş ve ilkel bir evresi olarak görüp zamanla bilimin dinin yerini alacağını savunanları oluşturmuştur. Söz gelimi pozitivist düşüncenin öncülerinden olan Comte, sosyal bilimlerin temel yargılarının bir ahlaki değer hâline gelerek dinin yerine geçeceğini savunmuş; Engels, yaşadığı dönemdeki komünist devrimin dini ortadan kaldıracağını düşünmüş; Marx ise kapitalizmin dini yok edeceğini söylemiştir. Bunun sosyal ve siyasal alana yansıyan yüzü, laikliği din karşıtlığı hatta dinle mücadele etmek olarak algıladı.
Laikliği-dinden olmayanı, dinsizlik (ladini) olarak anlayan ve kamu gücüyle de bunu yukarıdan aşağıya tüm topluma benimsetmeye çalışan bir jakobenliğin travması özellikle Avrupa dışı toplumlar için çok ağır oldu. Materyalist pozitivizm uzun süre bu ülkede sosyal barışın ve düşüncenin en büyük düşmanı olmuştu. Laiklik adına dinle ve onun temsil ettiği muhafazakâr ve millî olan tüm değerlerle mücadele ettiler. Dinî olan tüm gelenekten kurtulmayı, ilerlemenin ve modernleşmenin olmazsa olmazı kabul eden bu zihniyet dinî temsil alanını da marjinalleştirdi. Bugün dinî alanda yaşadığımız entelektüel krizlerin ardında bir nebze de olsa bu örselenmiş ve marjinalleştirilmiş kimlik travması vardır.
Pozitivist laikleşme/sekülerleşme tezi nasıl yanlışlandı?
Pozitivizmin zaferi ve laikliğin din düşmanlığı şeklindeki algılanışı sadece bu topraklarda değil tüm dünyada ciddi eleştiriler aldı. Zaten bu tez Avrupa ve Amerika’da bizim kadar da taraftar bulmamıştı. Dünya sekülerleştikçe dinin yok olacağı, şeklindeki iddialar bizatihi bu tezi savunanlar tarafından düzeltildi. Ünlü Sosyolog P. Berger 1997 yılında verdiği bir röportajda bir zamanlar savunduğu tezin yanlışlığını şöyle kabul etmişti:
“Kendimin ve diğer birçok sosyoloğun 1960’larda sekülerleşme üzerine yazdıklarının bir hata olduğunu düşünüyorum. Bizim o zamanki temel iddiamız, sekülerleşme ile modernitenin paralel gittiği; daha çok modernleşmenin daha çok sekülerleşme getireceği şeklindeydi… Bugün dünyanın çoğunluğu kesinlikle seküler değil, oldukça dindar.”
Ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade da, kutsalın modern çağda da ortadan kaybolmadığını, "Mükemmel bir insan, hiçbir zaman tamamen kutsaldan uzaklaşamaz” sözleriyle dile getirir. Eliade’ye göre: “... Hiçbir normal insan, sadece bilinçli, rasyonel faaliyeti ile sınırlandırılamaz. Çünkü; modern insan, hayal görmekten, âşık olmaktan, müzik dinlemekten, tiyatroya gitmekten, film seyretmekten, kitap okumaktan geri kalmıyor. Kısaca o, sadece tarihî ve tabii bir dünyada yaşamıyor aynı zamanda varoluşsal bir dünyada da yaşıyor...”
Geleneksel dünyanın dindar insanı ile modern dünyanın seküler insanı her ne kadar farklı olsa da sekülerlik artık kendine has bir kutsal ve maneviyatçılık dünyası oluşturmuş durumdadır. Karşımızda dinin genişleyen bir rol oynadığı, dinî hareketlerin yerel ve küresel siyasal düzende baskın bir konuma geldiği, uluslararası politikada dinî jeopolitiğin akademik kurumlarda bir disiplin hâline geldiği bir dünya bulunmaktadır.
Fransız Sosyolog Danièle Hervieu-Léger, geleneksel dini laik toplum olarak adlandırılan kolektif hafızanın önemli bir parçası olarak kaldığını savunur. Din; hâlâ önemli bir sosyalleşme aracıdır, geçmişe göre onun hiyerarşisi daha ademi merkeziyetçidir, dinsel otorite yerine anılar ve nesiller arası aktarıma dayanır. Din, aile geleneklerine ve birçok durumda kolektif ulusal ya da etnik hafızaya dâhil edilir. Ne komünist Çin ne de bir zamanların Sovyetler Birliği bu hafızayı toplumun kolektif kimliğinden söküp atmayı başaramadı. Bugün Çin’in %60’ı geleneksel dinlere dönüyor, Rusya ise Avrupa’nın en dindar ülkesi oldu. Evet, dünya modernleşiyor ve sekülerleşiyor ama bu, dine ve kutsala sırtını döndüğü anlamına gelmiyor. Aksine modern dünya dinî, manevi tedaviyi gittikçe daha da önemser hâle geliyor.
Dua ve motivasyonun keşiflerdeki rolü
“Modern insan” aşırı stres ve kaygı ile baş edebilmek için meditasyondan manevi rehberliğe kadar birçok yola başvuruyor. Meditasyon araçlarından biri olarak gördüğü yogayı yadırgamayanların namazı, duayı yadırgaması gerçekten makul olmaktan daha çok ideolojik bir saplantı olarak görülüyor. Dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde bireyin sahip olduğu dinî inançları ve yaptığı dinî pratikleri, genelde stres ve kaygıdan kaynaklanan psikolojik çatışmaları azaltmak için kullanılıyor.
İnsanlar yalnızca ödül ve ceza ile motive olmuyorlar. Harry F. Harlow, Wisconsin Üniversitesi’nde 1949 yılında sekiz maymunla yaptığı deneyde bunu ispatlamaktadır. Harry F. Harlow, Wisconsin Üniversitesi’nde 1949 yılında sekiz maymunu, öğrenme konulu iki haftalık bir deneye tabi tutar. Deneye göre maymunların önlerine getirilen bulmacayı çözmek için üç şartı yerine getirmeleri gerekiyordu. Öncelikle dikey olarak gömülü iğneyi dışarı çekmek, kancayı açmak ve son olarak menteşeli kapağı kaldırmaları gerekiyordu. Araştırmacılar, maymunların nasıl tepkiler vereceklerini gözlemlemek ve onları iki haftanın sonunda girecekleri sorun çözme testlerine hazırlamak için bu mekanizmaları kafeslere yerleştirdiler. Buna karşılık mekanizmalar kafese konur konmaz beklenmeyen bir şey oldu. Harici bir zorlama ve araştırmacılardan herhangi bir komut gelmemiş olmasına rağmen maymunlar büyük bir dikkat, konsantrasyon ve keyifle bulmacalarla oynamaya başladılar. Çok geçmeden, mekanizmanın nasıl çalıştığını keşfetmeye başlamışlardı.
Harlow, "Görevin icrası içsel bir ödül sağladı" diyerek bu durumu açıklamaktadır. Anlayacağınız; maymunlar sırf bulmaca çözmekten haz aldıkları için çözmüşlerdi. Görevin verdiği keyif, kendi ödülünü de getirmişti. Maymunlara ödül olarak örneğin; pirinç verilseydi, bulmacaları çözmede daha yüksek bir performans göstereceklerine şüphe yoktu. Ancak Harlow bu yaklaşımı sınadığında maymunların daha fazla hata yaptıklarını ve bulmacaları çözme girişimlerinin sayısal anlamda azaldığını tespit etti.
Harlow’un yaptığı deneyden çıkarımla; kişinin yaptığı işe inanması, onun gerecekten kendi varoluşu için önemli olduğunu düşünmesi, başarıya giden en önemli motivasyondu. Düşünsenize laboratuvara giren bir bilim adamı, alacağı maaşı veya takdiri değil de kutsal olduğuna inandığı Yüce Yaratıcı’sına hizmet ettiğini düşünüyorsa bu onun içsel motivasyonunu sağlamış oluyordu. İnanan bir bilim adamı için, Mâide Suresi 32. âyetteki ilahi beyanda “Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” ifadesinden daha güçlü bir motivasyon var mıdır? Bu yüzden dua bilimin ne düşmanı ne de rakibidir. Tam aksine dua bilim adamının kalbine seslenen ilahi bir beyandır.
Dua edenlerin bilim yaptığı, bilim yapanların da dua ettiği bir çağda yaşıyoruz. Duaya da bilime de ihtiyacımız var. Biz Ebu Hanifelerin, İmam Matüridilerin, Hoca Ahmet Yesevilerin talebesiyiz. Büyük mühendis İbnü’l-Cezerîlerin, büyük kentlerin mimarı Sinanların yolu dinin bu hikemi yorumundan geçiyor. Fatih Sultan Mehmet’in Sahn-ı Seman Medreselerinin başına geçirdiği Ali Kuşçu’nun bir astronomi ve matematik bilgini olduğunu unutmayın! Anadolu’nun çocukları gökyüzünü keşfe çıkarken alnı secdeye değer. Ne Bâtıni, Selefi tutucuların yolu ne de materyalist pozitivistlerin yolu yolumuzdur. Seccademizle bilimi asla kavga ettirmeyeceğiz! Bu kavgadan FETÖ gibi ezoterik, sapkın cemaatlerin faydalandığını da artık biliyoruz.
Dini, aklın alanının dışına atarsanız o zaman oraya “dinimsi” sahtekârların tezgâh açmasına yol açarsınız. Bu yüzden korkmayın! Dua etmek sizi bilim düşmanı yapmadığı gibi dua etmemek de sizi daha iyi bir bilim adamı yapmaz. Zaten bunlar arasında nedensel bir bağ olduğunu düşünüyorsanız, analitik düşünme yeteneğinizde sorun olduğundan dolayı önce mantık öğrenmeye başlayın derim…