Aylık bir derginin “Din dili gençlerde nasıl karşılık buluyor” başlıklı yazısı ilgi gördü. “Gençlik ve Dini Eğilim” ya da “Gençlik ve Deizm” başlıklı çalışmalar günümüzün ilgi gören konuları arasında yer alıyor. Dergi “Hangi vaiz ya da hoca profili İslam’a yarardan çok zarar veriyor” diye bir soru sormuş. Bir akademisyen de öyle bir döktürmüş ki o şartları okuduktan sonra herhangi bir hoca, iyi yetişmiş olsa bile kürsüye çıkmayı düşünmez. Sayın akademisyen, vaaz ve irşatla ilgili tüm yanlış örnekleri ardarda sıralamış. Kürsüye çıkıp bu hizmeti yapmak isteyen genç ilahiyatçıları teşvik edici, yüreklendirici bir cümle bile sarf etmemiş. Çerçevesini çizdiği tabloya göre binlerce kitap okumadan vaaza çıkılmamalıdır. Anlaşılan o ki, bir Cemil Meriç ya da Nurettin Topçu olmadan vaaza çıkılmamalıdır. 84 milyonluk bir ülkede bu iki mütefekkirin bilgi ve tefekkür derinliğinde ilahiyatçı/âlim yetiştirmek kolay mıdır? Vaaz kürsüleri boş mu kalsın?
Son zamanlarda İslam’ın sunumu ile ilgili duyarlılıklarda artış izleniyor. Bakıyorsunuz geleneksel cemaat yapılarının yayın organlarında bile modern hassasiyetler göze çarpıyor. Kürsü hizmetinde kalite hassasiyetini öne çıkaran bir yayın yapıyorsunuz. Ortada kürsü mü kaldı diye düşünmüyorsunuz. Bu yayının sahiplerine “bir saat öncesinden gidip dinlediğiniz en son Cuma vaazı hangisiydi, hatırlıyor musunuz” diye sormak isterdim. Onları bir de bu konuda düşünmeye çağırmak isterdim. İşlevini sürdüren bir kürsü hizmeti mi kaldı sanki? Yukardaki soruyu hazırlayan dergi editörü, en son hangi cami vaazını dinlemiştir? Soruyu ilgili hocaya tevcih eden muhabirin, Cuma namazına bir saat kala camiye gidip vaaz dinlediği hiç olmuş mudur? Osmanlı Döneminde vakit namazlarından sonra vaaz edilirmiş. Cumhuriyet sonrası vakit namazlarından önce vaaz edilmeye başlandı. Geldiğimiz noktada vaaz ve irşat faaliyetleri giderek işlevini yitirmekle kalmadı. Anlamını da kaybetmeye başladı. Vaaz ve irşat müessesesinin anlamını yitirme sürecine girmesi sadece kürsüde vaaz veren hocalarla ilgili bir durum değildir. Toplumun bütününün din algısında bir değişime işaret etmektedir. Estirilen havaya göre gençlik ve toplum, din görevlilerine hal diliyle şunu söylüyor: Bana dini beğendireceksin, başka seçeneğin bulunmuyor. Hz. Peygamber’in dine daveti bir “beğendirme eylemi” mi idi diye sormak isterim.
Mümtehine sûresinin 5. âyetinin de İslam’ın modern dünya insanına takdimi ile ilgili bir duyarlılığa vesile olduğunu görüyoruz. Elmalılı meâli’nin “Ya rabbena! bizleri o küfredenlerin fitnesi kılma” şeklinde tercüme ettiği bu âyeti Diyanet Kur’an Yolu meâli “Ey Rabbimiz! Bizi, inkâr edenlerin zulmüne uğratma” şeklinde çevirmiştir. Bu âyeti “bize inkârcıların inançsızlığını artıracak yanlışlar yaptırma” şeklinde anlayabilir miyiz? Bu şekilde mânâ verme, İslam’ın sunumu ile ilgili aşırı denebilecek bir hassasiyetten kaynaklanmaktadır. Müslümanlar hiç yanlış yapmasa inkâr edenlerin tamamı iman mı edecek? Münkirlerin inkârının tek sebebi Müslümanların yanlışları mıdır? Bu durumda şu âyeti nasıl anlayacağız?“Mü'min olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin! Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.” (Şuarâ 26/3-4) Kanaatimize göre İslam’ın tezâhürü ile ilgili bu seviyede bir hassasiyete gerek bulunmamaktadır.
Kur’ân’ın 71. sûresi Nûh suresidir. Bu sûrede Hz. Âdem’den sonraki babamız Hz. Nuh’un insanları dine daveti anlatılır. Hz. Nûh içinde yaşadığı toplumdan ne istedi? Dini anlatmak için nasıl bir dil kullandı? Sorduğumuz bu soru karşısında sûrede şu noktalar öne çıkar.
Hz. Nuh’un görevi öncelikle uyarmak olmuştur. Bu uyarı hayatın anlamını da kavrayacak şekilde bizi hakikat güzergâhına da uğratan çok bileşimli ve çok katmanlı bir bakış aşısı, dünya ve ahiret anlayışı sunmakta idi. Bu sureden biz tebliğ ve davetten maksadın insanların iman etmelerini temin etmek olmadığını da anlamaktayız. Davetin amacı sonucu görülecek olan bir konuda uyarı bilgisinin herkese ulaşmasıdır. Her insan için bir ecel tayin edilmiştir. İlahi takdire göre zamanı gelmiş herhangi bir kimsenin ölüm vakti önceye de sonraya da alınmaz. Tayin edilmiş ecel içinde insan, aklını ve kalbini kullanmalıdır. Allah’a kulluk etmeli, takvalı olmalı ve peygambere uymalıdır. (Nûh 71/3). Bunu yaptığı takdirde kişi Allah tarafından bağışlanmayı hak etmiş olmaktadır. Korkutma ve uyarıyı bağış ve af müjdesi takip etmiştir. Hz. Nûh hem gizli hem açık davetini sürdürmüş, Allah’tan istiğfarda bulunmalarını istemiştir. Böyle yaptıkları takdirde bol yağmurlarla, mal ve çocuklarla, bahçeler ve nehirlerle ikram görecekleri müjdelenmiştir. Burada günahı terk etmeye ve istiğfarda bulunmaya özendirme vardır.
Özendirme beğendirmeden farklı bir fiildir. Beğendirme birbirine eşit ya da çok yakın iki şeyden birinin tercih edilmesi için yapılmış bir eylemdir. Dindarlık ve dine kayıtsızlık birbiriyle eşitlenemeyecek ve denk görülemeyecek iki tutumdur. Dine kayıtsızlık karşısında dindarlığın beğendirilmeye ihtiyacının olduğunu düşünmek, dindarlığın iç dünyamızda yer edinmediğine delalet eder. Bir şey hakikat ise ona sahip çıkılır, baş ve göz üstünde tutulur. Arzuya göre şekillenecek olan seçeneklerden biri olmaya mahkum edilmez. Sûre Hz. Nûh’un şu duâsıyla nihayete erer: “Rabbim! Beni, annemi babamı, inanmış olarak evime girenleri, mümin erkekleri ve mümin kadınları bağışla, zalimleri ise daima helâk et.” (Nûh 71/28)
Hz. Nûh bir tanıtım ve reklam çalışması yapmamıştır. Kendisine iman edenlerle birlikte Allah’tan af ve bağışlanma istemiştir. Uyarı ve müjdeleme görevini yerine getirmiştir. Müjdeleme bir beğendirme eylemi değildir. Uyarı ile çıkış noktası aynıdır, hakikatten neşet eder. Dindarlık, nefsin beğenme ile ilgili tercihlerini de kapsamaktadır. Abdullah b. Amr (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadiste “nefsinin arzusunu, getirdiğim değerlere tabi kılmadıkça hiçbir mümin, imanını kemale erdirmiş olmaz” buyurulmuştur. (Beyhakî, el-Medhal, ile’s-Süneni’l-kübrâ, s. 188) Sözü getirdiğimiz noktada şu husus belirtmek istiyoruz. Vaaz ve irşat, bir “beğendirme” eyleminden ziyade uyarı ve özendirme eylemidir.
2016 sonrasında ülkemiz, merkezi vaaz zorunluluğu ile hemhâl oldu. Merkezi vaaz ne anlama geliyordu? Denetlenmiş ve kaliteli din sunumu. Denetlenmenin en üst seviyede olduğu bir ortamda kalite yakalanabilir mi ayrı bir konudur. Dinin sunumunda devletin zaten belirli bir hassasiyeti bulunmaktadır. Diyanet, Ramazan ayında bile resmi izinle vaaz etmek isteyen ilahiyatçı hocalarda belli şartlar arıyor. Mesela müftülükçe belirlenen konunun dışına çıkamıyorsunuz.
Vaktiyle bir Hoca Efendi kürsüye çıkmış Cenâb-ı Allah’ın zatını ve sıfatlarını anlatmaya başlamış. Hak Teâlâ’nın sonradan yaratılanlara benzemediğini anlatmaya mübalağa sayılabilecek bir ehemmiyet verdiğinden, dönüp dolaşıp “ne yerde ne gökte, ne sağda ne solda diyormuş”. Cemaatin içinde muzip ama ârif bir zat, hemen şu cümleyi yapıştırmış: Yok diyecek te dili varmıyor. Günümüzde de dinin sunumu ve vaaz hizmeti için yeterlik şartlarında büyük artış gözleniyor. Sanki birileri “bu hizmet artık hiç yapılmasın” diyecekler de dilleri varmıyor.
Kürsüye çıkmış herhangi bir hoca için hareket alanı zaten bellidir. Cemaat içinde hoca bir hata yapsa da hemen müftülüğe şikâyette bulunsam diyenler, pusuda beklemektedir. Resmi bir kurum olarak Diyanet, medyaya menfi manada düşen bir hocanın hiçbir zaman yanında yer almayacağını her dâim ihsas ettirmektedir. Hal böyle iken kürsü hizmetine çıkacaklarla ilgili “yeterlilik edebiyatı”, tam da içine düştüğümüz vahim durumu yansıtmaktadır. Dinin tebliğ müessesesi yok olmak üzeredir. Kimse kusura bakmasın. Tebliğin şartlarını ağırlaştırma ile ilgili çalışmalar, dini duyarlılıklara değil seküler reflekslere dayanmaktadır.
Derginin araştırmasına göre “kürsülerde tahakküm edici, tepeden bakıcı emir kipli dil” kullanılıyormuş. Dergi yetkilileri “gittiğiniz kaç vaazda bu tespitlerde bulundunuz” diye neden sormamış? Cuma namazları dışında zaten kayda değer bir vaaz olmuyor. Cuma namazlarında da cemaatin yüzde doksan beşi, son beş dakikada camiye giriş yapıyor. Tevbe suresinin 122. âyeti dini öğrenip öğreten, insanları ikaz eden bir topluluğun bulunması gerektiğini ifade ediyor. Âl-i İmrân suresi 104. âyette de “içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun” buyurulmuş. Tebliğ görevi aslında bir farz-ı kifayedir. Hoca efendilerin bu görevi, toplumun üzerinden bir farz-ı kifâyenin düşmesi anlamına da geliyor. Söz konusu dergi, bu farz-ı kifâyenin nasıl yapılacağı ile ilgili bir öneride niye bulunmamış? Madem hocalar bu görevi layıkıyla yapamıyor, kendileri bir teklif getirsin. Zaten kürsüye çıkma ile ilgili bir resmi belge alabilecek ilahiyatçılar, 16 yıllık eğitimleri boyunca “dini yanlış anlatacağınıza hiç anlatmayın” söyleminin gölgesinde bu günlere gelmiştir. Dini temsil etmeden tebliğ etmeye kalkmayın söyleminin gölgesinde bu günlere gelmiştir. Dindarlığı desteklemeyen ortamlarda nasıl temsil olacağı da ayrı bir müzâkere konusudur. Kimse zaten bu konu üzerinde durmaz.
Hûd suresinin 117. âyeti, “içlerinde ıslah edicilerin bulunduğu topluluğa” azabın inmeyeceğini söylüyor. İçlerinde iyi insanların bulunduğu topluluğa azabın inmeyeceğini söylemiyor. Toplumda az da olsa ıslah faaliyetinin olması gerekiyor. Zaten tebliğ az yapılıyor. Hocalar, aman kimsenin hayatına karışmayayım, başıma bela almayayım korkusu yaşıyor. Üstüne üstlük birilerine bir şeyler söylemenin şartları bin dereden su getirmek kadar imkânsıza yakın zorlaştırılmaktadır. Şu soruyu sormak gerekiyor. Siz kendinizi bir süre hocaların, din görevlilerinin yerine koyun. Şu şartlarda siz daha iyi yapabilecek misiniz? Bu farz-ı kifâye sizin donanımınız ve “derin kültürünüzle” kaliteli biçimde yerine getirilmiş olacak mı?
Bir ilahiyat fakültemizde hoca olarak görev yapmaktayım. Girdiğim sınıflarda bazen öğrencilerime “hayatınızda birine bir hadis okudunuz mu”, “dinle ilgili bir şey anlattınız mı” diye sorarım. Genellikle anlatmadıklarını ifade ederler. Birilerine bir şeyler anlatma mevkiinde kendinizi hissettiğinizde kendinizde de müspet manada bir değişimi hissedeceksiniz diye eklerim. Hakikat şu ki başkasına dinle ilgili bir şey anlattığınız ve bu işi sürdürdüğünüzde kendinize de bir mesaj vermiş oluyorsunuz. Temsil görevimi de yapabiliyor muyum diye kendinize sormadan edemiyorsunuz. Hatta bir süre uygulayamadığınız iyi ve güzel işleri anlatmayı erteliyorsunuz. Kendim yaşamadan bu konuyu anlatmayım diyorsunuz. Bu hatırama şunun için değindim: Birilerine bir şeyler anlatma hususunda gençler de korkutulmuş, cesaretleri kırılmış.
Yaşadığımız dünyada her şey pazar konusu olması, dinin anlatımını da etkiliyor. Din câzip olmalı, nefse hitab etmeli. İnsanların dinin dışında zevk aldığı şeyler var. Din de o zevklere karşı cezbedici zevkler üretmeli. Bu anlayışın dini yanlış bir mecraya soktuğu kanaatindeyim. Din, dünyevi zevklerle yarış mevkiine konulmamalıdır. Böyle yapmamız dini hiç anlamadığımızın da göstergesidir. Dini beğenmekle iman etmek farklı şeylerdir. Diyorum ki biz, dine samimi yaklaşalım. Dini olduğundan farklı da göstermeye kalkışmayalım. Din size; dine kayıtsızlıktan “daha çok özgürlük” te sunmaz. Din Allah’a kul olmayı emreder. Anne ve babasına bağlılıkta bir köle gibi davranmayı emreder. Ailesine bağlılıkta bir beden işçisi gibi çalışmayı emreder. Erkek helal rızık için koşturur. Bir nevi ailesinin rızkı için işçi olur. Hanım da eve getirilen rızkı aile ferdlerine sunmada bir beden işçisi gibi çalışır. Günümüzde işçi olmayı düşünen kaç genç var? Modern ulus devletlerin en büyük sorunlarından biri gençlere iş beğendirememek değil midir? Herkes kolalı gömlekli masa başı iş istiyor, kimse tamirhanede, fabrikada, tarlada sahada çalışmak istemiyor. Çalışmaya gönlü olmayana iş beğendirebilir misiniz? Din Allah’a kul olmaya dayanır. Kulluk kavramı da insane sınırsız özgürlük sunacak bir alan değildir. Allah’a kulluktan zevk almaya inanmanız gerekiyor. Allah’a kulluktan zevk almayana, kendisini sahip olduğu değerler uğruna kısıtlamaya ve disipline etmeye gönlü olmayana din de beğendiremeyiz. Kehf suresinin 29. âyetini hatırlıyoruz: “…Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin…” demeden geçemiyoruz. Küresel ölçekle meselelerle boğuştuğumuz günümüzde müslümanların söylem oluşturmaya ihtiyaçları bulunmaktadır. Sınırlandırılmış ve altından kalkılmayacak büyük şartlar ileri sürülmüş kürsülerde söylem/dil oluşturmak imkan dahilinde değildir.
Her alanın kendine has bir literatürü olduğu gibi din dilinin de kendine özgü bir yapısı vardır. Bu dilde öncelik dinleyicilerin veya muhataplarının keyfi değil dinin sahibinin rızası ön planda tutulur. Vaaz ve irşat hizmeti başka hizmetlere benzemez. Bu hizmeti aşkla yapmazsanız, kalbiniz yerinden oynayacakmış gibi heyecanla yapmazsanız “kalite ve yeterlilik sorunun” var eleştirisini her daim karşınızda bulmanız mümkündür. Din dilinin inanç ve varoluşla ilgili arka planı bulunmaktadır. Dini hitabette ayet ve hadisler insanlara aktarılırken asıl amaç, insanların keyifleri değil dinin menbaı olan kaynakların asliyetine sâdık kalmak olmalıdır. Vaaz ve irşat görevi ifa edenler, hak ve hakikati aktaran kimselerdir. Bu kimseler asla hakkı eğip büküp insanların keyfine ve beğenisine uygun hale getiren kimseler olmamalıdır.