Bir gençlik vakfında görev almış heyecan dolu gençlerle sohbet ettik. Sohbetin bir yerinde içlerinden biri üst düzey makam sahiplerine yaptığı ziyaretleri anlattı. Yapılan konuşmalardan şunu öğrendik. Üst düzey makam sahiplerinden hatırı sayılır bir kısmı alnı secde görmüş kimselerdendi. Namazlı idareciler tarafından yönetilmek bir mümin için şükrü edâ edilmesi gereken ihsân-ı ilâhîdir. Allah’a karşı hukukunu bilen ve riâyet eden idâreciler, insanlara karşı hukukunda da hassas olur. Tüm hayır faaliyetlerine motor, şerre karşı kilit olur. Hamd etmekle kalmamalı daima şükür makamında olmalıyız. Ancak şu soruyu da kendimize sormadan geçmemeliyiz. Makam sahipleri bizim değerlerimize sahip kişiler olmasına rağmen neden neslimiz elimizden kayıp gidiyor ve çaresini bulamıyoruz? Bizim meselemiz yaşamakta olduğumuz iktisadi, siyasi, maarif ve istihdam nizamını doğru okuyamamak mı? Neslimizi kurtarmak ile ilgili yanlış adımlar atmak mı? Her ikisinin de bulunduğunu düşünmekteyim.
Makam sahiplerinde alnı secdelilerin ziyadeleşmesi bizi bir hayal gemisine bindirmemelidir. Hayır ve şer daim olarak iç içedir. Her an her yerde, her şey olabilir. Zuhur edecek her şey hayır da olabilir şer de olabilir. Neslimizde dindarlığı sürdürebilmede karşılaşacağımız zorlukları biliyoruz. Modern dünyayı doğru okuyabildik mi? Modern toplumları, yazılı metinler ve normlar belirlemektedir. Her şey kanunlarla kayıtlıdır. Tüm eğitim ve hukuk ve istihdam nizamı kanun, yönetmelik ve yönerge ve genelgelerle kayıtlıdır. Koltuk işgal edenlerin dine saygılı oluşu, tüm nizamın değiştiği manasına gelmez. Makam sahiplerinin içki kullanmamaları ve beş vakit namaz kılmaları toplumun helal olana yöneldiğinin işareti değildir. Gençlere şunu söyledim. Yarın siz de evleneceksiniz. Çoluk çocuk sahibi olacaksınız. Okula başlayana kadar çocuğum tablet bağımlısı olmasın mücadelesi yapacaksınız. Okul başlayacak. Çocuğunuzu dine saygının bulunduğu ama dinin referans olmadığı bir ortama teslim edeceksiniz. Din maarif nizamımızda norm kaynağı olacak mevkide midir? Öyle olsaydı değerler eğitiminin yanında helal haram eğitimi de yapılırdı. Bugün ortaokul ve lise gençliği, yediklerinin içtiklerinin, giydiklerinin, konuştuklarının, izlediklerinin helal mi haram mı olduğu konusunda bir fikre sahip midir? Din kültürü derslerinde helal haram eğitiminin yapılmadığını ahlaki bilgilendirme ve değerler eğitiminin yapıldığını biliyoruz. Helal haram eğitimi yapılmadan nesillerimizin değerlerimize uygun şekilde hayatın akışını sürdüreceklerine inanmak ham hayaldir.
Azeri Türkçe’mizde “dînî maariflendirme” diye bir tabir var. Bizdeki değerler eğitimi ile birlikte din eğitimine de karşılık gelen bir isimlendirme. Dini bilgilenme ve kültürlenme de denilebilir. Dini maariflendirme ve kültürlenmeyi artırırsak her şey düzelir gibi bir anlayışın yaygın olduğunu müşahede ediyorum. Dini hassasiyeti olan topluluklar da maariflendirmeyi artırırsak hayatın akışında İslamileşme olur diye düşünüyorlar. Maariflendirmenin İslamileşmeye katkısı muhakkak olur. Ancak şunu tespit edelim. İslamileşme, hayatın içtimai, iktisadi ve hukuki akışını belirleyen kanunlarla desteklenmesi gerekir. Hukuk ve nizamla desteklenmeyen maariflendirme su üstüne yazı yazmaya benzemektedir.
Çocuğunu okula verdiğinde nelerle karşılaşacaksın, bilemezsin. Bir dostumuz ortaokulda okuyan kızının sınıf öğretmeni tarafından erkek öğrenci ile aynı sıraya oturtulmasına itiraz ettiğini söylemişti. Öğretmen ne cevap verdi diye sordum. Şimdi oturmasa bile sonuç itibariyle üniversitede karışık oturacak cevabını vermiş. Kızların yoğun olduğu sınıfta okumak istiyorum diye dilekçe veren İslami ilimler öğrencisi kıza, idâre tarafından verilen cevabı hatırladım. Kız öğrencinin bu isteğine, bir soru ile cevap verilmişti: Tramvayda, belediye otobüsünde erkeklerle birlikte değil misin? Toplumun bütününe icbar edilmiş bir karma sosyalleşme söz konusu ve bu durumda İslamlaşmayı değil, sekülerleşmeyi destekliyor. Reel hayat böyle söylemi zihne oturmuş bir sekülerleşmeyi dışa vuruyor. İlköğretimden üniversiteye kadar dini bir kaygıya dayalı talepler, reel ve pratik hayat referans gösterilerek reddediliyor. Resmî müesseselerin yönetiminde yürüyen pratik hayat da dini bir referansa göre şekillenmiş değil. Ülkede yürürlükte olan eğitim, islahı mi ifsadı mı destekliyor sorusunu soralım. Nazari olarak islahı destekliyor olabilir ama pratik olarak ifsâda su taşıyor. Her ilde üniversite açtık çünkü OECD üyesiyiz. Söz konusu üyeliğimizin gereği olarak her üç kişiden birinin üniversite mezunu olması gerekiyor, konulan standart budur. Bu standardı tutturmak için açılan üniversiteler Anadolu şehirlerinde ıslâhın mı ifsâdın mı önünü açtı? Görünen o ki gençler, şehrin mahalli değerleriyle kültürlenmeye maariflenmeye uğramıyor. Tam tersi şehrin mahalli kültürü ve irfânı, kadın erkek ilişkilerinde helâl hassasiyetinin bulunmadığı “karma sosyalleşme” ve eğlence kültürüne teslim oluyor. Nikâh irfânı, arkadaşlık kültürüne teslim oluyor. Tesettür irfânı, çıplaklık kültürüne ve ifsâda teslim oluyor. Mezuniyet töreni adı altında sergilenen kimi manzaralar, bir mümin yürek için yangın yeri mesabesinde olmaktadır. Geçtiğimiz gün üniversiteye inen kavşakta bir genç kız kendini yere attı ve “burada benim kimsem yok” diye bağırmaya başladı. Etraftan yardıma koştular, polis ve ambülans geldi. Polis konuşmalarından kızın alkollü olduğu bilgisi kulağıma çalındı. Ambülans kızcağızı götürürken hüznümü tarif edemem. Gençlik elimizden kayıp gidiyor, heba oluyor ve bu durumu düzeltmek için her hangi bir şey yapamıyoruz. Çünkü kabul edilmiş normlar, yazılı metinler mutlak özgürlüğü ve kimsenin kimseye karışamazlığı üzerine kurulmuş. Kız çocuklarının üniversite seviyesinde okullaşma oranında birçok Avrupa ülkesinin önüne geçmiş olmamızın insan kaynaklarımızın sürdürülebilirliğinde Avrupa ortalamasına yaklaşmış olmamızla alakası bulunmaktadır. Sadece geleneksel aile yapısını kaybetmek üzere olsan bir ülke değiliz. Hızla nüfusu yaşlanan bir ülkeyiz. Önümüzdeki on yıllarda cezaevi ve huzurevi inşaatlarına yüklü bütçeler ayırmak zorunda olan bir ülkeyiz. Manevi vatan demek olan milletimiz, “varlığını değerleriyle birlikte sürdürmede” emsali görülmemiş bir tehdit altında iken; seferberlik ruhu üzere olmayışımız da kanayan yaramızı derinleştirmektedir.
İdarecilerinin namazına sevinen gençlerle sohbetimizde değerlerimizin sürdürülmesi noktasında içinde bulunduğumuz menfi tabloyu da konuşmak zorunda kaldık. Sohbetimizde ümitsizlik değil ama hüzün hâkimdi. Ne diyebildim? “Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lâzım, artık ey yolcu bırak ben yalnız ağlayayım” diyecek oldum. Sokaklar ıslâha değil, ifsâda teslim olmuş, yüreğim yangın yerine dönmüş. Valinin teheccüd namazına, milletvekilinin kuşluk namazına sevinecek halim kalmamış. Reel ve pratik hayat budur, bunu kabullenmek zorundasın, yoksa mutlu olamazsın mı diyecektim. Gençlere İslâmın gündelik hayatta tatbik imkânı bulamadığı her yerde hayâta hüzün katmalarını önerdim. Hayata hüzün katmalarının ümitsizlik katmak olmadığını da söyledim. Salahaddin, Kudüs işgal edildiğinde geri alınıncaya kadar hayatına hüzün katmıştı. Toprakları değil ama çocuklarının kafaları ve gönülleri işgal edilmiş yaşlıları, alnı secdeli idareciler dahi teselli edemez. Halsizliğimizin ve hazımsızlığımızın tedavisini dışarda arayabiliriz. İslamsızlığımızın tedavisini yalnız içimizde aramalıyız. İslam, hayat iksirimizdir, öyle olmalıdır. Millet olarak bekâmız da İslam’a bağlıdır. Onun yokluğunda hüznümüz ne kadar derin ise iyileşme yakındır. Onun yokluğunda içimizdeki kanama kalmamışsa, hüzün hâli gitmişse reel ve pratik hayatı kabullenmişsek iyileşme yakın değil muhaldir.