Bu yazımızda yürürlükten kaldırılmış bir kanun üzerinden hukuki düzenlemelerin hayatımızı nasıl etkilediği üzerinde durmak istiyoruz. Bu yazının amacı 1926 yılında çıkarılmış, 75 sene hüküm sürmüş ve 8 Aralık 2001 tarihinde kaldırılmış bir kanunun ardından ağıt yakmak değildir. Bir vatan elden gidiyorsa ona ağıt yakılır; manevi vatan demek olan bir nesil elden gidiyorsa ona ağıt yakılır. “Ağıt yakılacak duruma düşmemek için” birbirimizi uyarmamız lazımdır. Bu yazı belki birbirimizi ikaz kabilindendir. Bu yazı belki, bir milletin sadece fiziksel sınırlar dâhilinde değil içtimâî olarak da bağımsız olmasıyla ilgilidir. Maârifini, iktisâdını ve hukukunu eline almış bir millet, içtimâî olarak bağımsızdır. Bu yazı belki dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru bakımından “yerli olmak” ile ilgilidir. Son otuz yılda kanun, mevzuat ve uluslararası sözleşme metni üretiminde büyük artış olmuştur. Bilgi üretimi, kanun üretimi, para üretimi küreselleşen dünyanın hızına yetişilemeyen renkli yüzleri olarak hayat vitrinimizi süslemeye devam etmektedir.
Ma‘ruf kavramı “bir toplumu oluşturan fertler tarafından umumi kabul gören iş ve davranışlar” anlamına gelir. Muâsır demokrasilerde başkalarını temsil eden şahısların kanun üretim yolu ile içtimâî meşruiyet sağlanmaktadır. Burada temsil mevkiindeki kişiler yoluyla ma‘rûf ve meşru olana ulaşma söz konusudur. Yabancı kültürlerle teması olmamış ya da az olmuş ümmî/naif toplumlarda toplumun her ferdinin bir davranışı onaması, tasdik etmesi ile meşruiyet, örfe dayalı olarak sağlanır. Hadislerde geçen ma‘rûf kelimesi her zaman ferdî iyilikler için kullanılmaz. İslam tarihinde akabe Biatları adı verilen bir olay bilinir. Sahâbe-i kirâm, ümmîlerin içinden çıkmış bir peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Akabe gecesinde ma‘rûfa göre itâat edeceklerine dâir söz vermişlerdir. (Buhârî, Fedâilü’s-sahâbe, 72)Burada ma‘rûf, örfî hukuk ve meşruiyet anlamına geliyordu. Geldiğimiz noktada meşruiyetin tek kaynağı yazılı hukuk ve düzenlemeler oldu. kanunlar ve yazıya geçirilmiş düzenlemeler oldu. Yazılı mevzuatın bulunmadığı ümmî toplumlarda insanların birbirinin yüzüne bakması meşruiyet demekti. Kadim dünyada insanlar “yüz yüze bakacakları kişilere” karşı yanlış yapmama duygusuna sahiptiler. Global finans sistemi, küresel normlara vatandaşlarını uydurmak şartıyla ulus devletlerin kamusal finansmanlarını desteklemekte, ayakta kalmalarını sağlamaktadır. Ulus devletlerin ayakta kalmak için yapmaları gereken öncelikli ödev/iş, vatandaşlarını küresel norm ve standartlara uyarlamaktır. Öyle görünüyor ki güvenlik ve istihdam üreten kamusal finans, insanları birbirine muhtaç olmaktan çıkarmaktadır. Birbiriyle münasebetlerini sürdürmenin zorunluluktan değil, herkesin içinden gelecek ahlâkî bir sâik ve erdemle gerçekleşebileceği bir tablo oluşmaktadır. Devlet, akrabanın, sülalenin yerini alan güçlü bir aygıt haline dönüştükçe, insanlar da birbirinden koptukça kanun üretiminde artma görülmektedir.
8 Aralık 2001 tarihinde Atatürk’ün hazırlattığı bir kanun kaldırılırken kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan kesimler dâhil kimsenin sesi çıkmamıştır. Atatürk’ün hazırlattığı bir kanun 75 yıl sonra kaldırılıyor, kimsenin sesi çıkmıyor. Çünkü 28 Şubat sürecinin hüküm sürdüğü bir dönemde bu icraat gerçekleştiriliyor. “Bu kanun zamanın şartlarına göre yenilendi” tezi desteklenmiş bir savunma olarak görünmüyor. Bu kanun, uluslararası Cedaw sözleşmesine uymayan yanları olduğu için kaldırılmıştır. Bu yazı, öncelikle 743 sayılı kanunun uluslararası Cedaw sözleşmesine uymayan yanlarını dile getirmek için kaleme alınmıştır.
743 sayılı kanun hakkında birkaç şey söylenebilir. 1917’de çıkarılan Aile Hukuku Kararnamesi ile mukayese edildiğinde esin kaynağının İslam Hukuku olmadığı söylenebilir. Ancak 1980’lerden sonra ülkemizde cârî olan uluslararası sözleşmelerle mukayese edildiğinde “yerli/millî” hususiyetler taşıdığını belirtmeliyiz. Millet olarak içimizde Cedaw ve İstanbul sözleşmeleri öncesinde bu kanuna itiraz edenlerin olması tabiidir. Ancak bu sözleşmeler yürürlüğe girdikten sonra, doğurduğu sonuçlar da görüldükten sonra; 743 sayılı kanun tekrar gelecek Cedaw ve İstanbul sözleşmeleri tamamıyla kaldırılacak denilse sevinecek olanlar az değildir. Çünkü uluslararası sözleşmeler, 743 sayılı kanunu aratmıştır. Bu kanun, öyle ya da böyle Türk âilesini iki binli yıllara taşıyabilmiştir. Boşanma oranlarındaki ciddi artış, evlenme yaşı ortalamasının tırmanışı, doğurganlık oranındaki keskin düşüş, yalnız yaşayanlardaki artış, şiddet ve cinayet haberlerindeki artış, “hayatta kalma” yarışmalarındaki artış bu kanunun ilgasından sonradır.
Bu kanun ne zaman ilga edildi? 2001 yılı bir dönüm noktasıdır. 2001 yılı 28 Şubat süreci açısından da bir hasılat yılıdır. 28 Şubat sürecinde yapılan operasyonlar, gerçekte öne sürülen reflekslere dayanmamaktaydı. Hakikatte sorun edinilen husus, Türkiye’nin bazı kanunlarında hala “yerli” unsurların bulunmasıydı. Medeni kanun gibi toplumun sosyolojisine şekil veren kanunların küresel ayarlara uyumu sağlandı. Mesela 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim kanunu da 2001 yılında kabul edilmiştir.
Geçmişte tamamen küresel rüzgârlarla şekillenmiş söylemlerin bile “Atatürkçülük kılıfı” altında sunulduğu günlere şahit olduk. Mesela “8 yıllık kesintisiz eğitim” yürürlüğe gireceği günlerde ağızlara sakız edilen sloganlardan biri de “çocuk işçi çalıştırmanın yasak edilmesi” söylemiydi. Yapılan düzenlemelerle sanayide çalışacak genç bırakmadılar. Ustalığın da çıraklığın da canına okudular. Bütün yaptıklarını “çocuk işçi çalıştırılamaz” sloganı altında sözde Atatürkçü bir söylemle yaptılar. Kimse de onlara “siz neyi savunduğunuzun farkında mısınız? Biz bir tarım ülkesiydik. Atatürk, ilkokul çocukları harman ve hasat zamanı anne ve babalarına yardım etsin diye “köy okulları yaz tatiline bir ay önce başlasın” talimatını vermiş bir siyasetçidir diyen olmadı. Mesleki eğitimin belinin bir daha doğrultamayacak şekilde kırılması bu malum süreç sonucunda gerçekleşmiş oldu. Bir ülke üretebildiği oranda bağımsız, gençlerine mesleki eğitim verebildiği oranda üretkendir. Mesleki eğitim verebilirliğini kaybeden bir ülke, ‘eğitim bağımsızlı’ğını eline almadan mesafe alamaz. Yaşım itibariyle iyi hatırladığım bir husus var. 70’li 80’li yıllarda endüstri meslek lisesi öğretmenliği ne kadar popüler bir meslekti. Çocukları endüstri meslek lisesinde meslek dersi öğretmeni olan anne ve babalar, çocukları doktor veya hâkim olmuş gibi sevinirdi. Çünkü meslek dersi öğretmenlerinin hem ek dersten hem de döner sermayeden ciddi ek gelirleri olurdu. Bu okullar öğrenci sayısı bakımından da yüzdelik olarak iyi durumdaydılar. Bugün mesleki eğitim yerlerde sürünüyor ve ayağa kaldırmak için kayda değer bir adım da atılamıyor. 28 Şubat darbesi tıpkı 12 Eylül darbesi gibi dış dinamiklerle yapılmış bir hareketti. Türkiye’nin “uluslararası sözleşmelere tam uyumu” bu müdahaleler sonrasında çıkartılan kanunlarla sağlanmış oldu. Bu süreçlerin sonucunda ülkemiz, sadece uluslararası sözleşmelere uyumlu hale getirilmedi, aynı zamanda eğitim bağımsızlığına, insan kaynaklarının, ekilebilir alanlarının, tarım ve hayvancılığın sürdürebilirliğine yönelik büyük darbeler aldı.
Atatürk’ün hazırlattığı ve 17 Şubat 1926 yılında kabul edilen 743 sayılı kanun, 4 açıdan Cedaw sözleşmesine uymamaktaydı:
1. 743 sayılı kanun nikâhın “dini boyutunu” kabul ediyordu. Resmi nikâh kıyıldıktan sonra herkes dininin icap ettirdiği merasimi yapabilmesine imkân tanıyordu. Hatta sadece Müslüman değil, Hristiyan ve Yahudi dini geleneğine mensup olanlar için de resmi nikâh sonrası dini geleneklerinin icabı olan merasimi yapmalarına imkân tanınıyordu. Gerçi İslam’a göre nikâhın dini boyutu merasim kısmı değildir. Akdin bizzat kendisidir. Nikâh akdinin özünde dînî bir taraf vardır, âile dînî bir müessesedir. Nikâh fiziki bir ortaklık değil, dînî tarafı bulunan bir ortaklıktır. Nikâh, Hz. Peygamber’in “benim sünnetim” diye vurgu yaptığı bir eylemdir, dînî bir eylemdir. (Buhârî, Nikâh, 1, Müslim, Nikâh, 5)“Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz” meâlindeki âyet (el-Bakara 2/187), bütün müminlere bir şey anlatır. Evlenen her fert, eşini zina ve zinaya götürücü yollardan “koruyucu” olarak kabul eder. En helal paranın mehir olarak alınan olması boşuna değildir. Evlenmenin zinadan korunmak ve nesil yetiştirmek gibi yüce gayeleri vardır. Bütün bu gayeleri yapılan merasim değil nikâh akdi gerçekleştirmektedir.
Uluslararası sözleşmelere göre nikâhın dini boyutu diye bir şey söz konusu değildir. Dînî bir sâikle evli olanlar yani “biz zina hayatı yaşamak istemiyoruz” diyenler dahi birbirinin partneridir. Tek ölçü, karşılıklı rızadır. Partnerlik kısa sürede olabilir, uzun süre de olabilir. Yeni medeni kanununda evliliğin dini boyutu hakkında bir kayıt bulunmamaktadır. Eski medeni kanun “Çocuğun dini terbiyesini tayin ana babaya aittir.” (266. Md) “Ana baba, çocuklarını tedip hakkına maliktir.”(267. md.) gibi dini boyutu çağrıştıran hükümler de vardır. Bir kimse Cumhuriyet’in zorunlu kıldığı “tek eşlilik” 75 yılda hukuken partnerliğe evrildi dese hakikate mutabık olmayan bir açıklamadır denilemez. Ancak yine de bu kanun “yerli unsurlar” taşıyordu.
2. Eski medeni kanuna göre ailenin bir reisi vardı. “Koca, birliğin reisidir” denilerek ailenin reisliği erkeğe verilmişti. Yeni medeni kanunda “beraberce yönetirler” kaydı getirildi.
Aile reisliğinin tek bir tarafa verilmediği için birlikte yönetirler ifadesi pratik hayatta nasıl bir yansıma bulmuştur? “Beraberce yönetirler” kaydını daha iyi anlamak için bazı örneklerden yola çıkarak sesli bir düşünme yapalım. Mesela Milli Eğitim Bakanı dese ki “ bundan sonra okulların bir sorumlu müdürü olmayacak”, öğretmen, öğrenci ve veliler okulu “beraberce yönetecekler”. Farzı muhal bir tahayyülde bulunalım. Asker ocağında bir bölük komutanı bir manga askeri çağırmış ve onlara bir görev vermiş, verdiğim görevi tamamlayıp gelin diye emir vermiş, ancak başlarına bir komutan tayin etmemiş. Askerler “komutanımız kim olacak komutanım” dediklerinde “kimse komutan olmayacak mangayı beraberce yöneteceksiniz” dese nasıl bir tablo oluşurdu, kimse aklına bile getirmek istemez. Böyle bir şey askerliğin özüne de uymaz, o yüzden misal verirken farz-ı muhal dedik.
Yeni medeni kanun “beraberce yönetirler” demek suretiyle partnerlik hukukunu kabul etti, aileyi sahipsiz bıraktı. Yeni medeni kanun hazırlayıcıları “75 yıl Türk ailesini erkek yönetti, bundan sonra da bir 75 yıl da kadın yönetecek” deseydi aile bu kadar sahipsiz kalmazdı. Âilenin şöyle ya da böyle bir sahibi olurdu. “Beraberce yönetirler” demenin pratikteki sonucunu ifade etmek için “hiç yönetemezler” demek daha uygundur. Yıkılan yuvalardaki göz korkutucu artış, âilenin yönetilemediğini göstermeye kâfi bir delil değil midir?
3. Eski Medenî Kanun en fazla bir sene nafaka verilebileceği hükmünü getiriyordu. (144. Md) Yeni medeni kanun Cedaw sözleşmesi gereği bu durumu değiştirdi. Ömür boyu nafakanın önünü açtı. Bu durum erkek ve kadın açısından toplumsal kutuplaşmaya sebep oldu. Şiddet ve cinayet haberlerinin yaylım ateşi gibi beyinlere kazınması da içtimâî dengeleri salladı. Dikkat etmişseniz uluslararası sözleşmelerden çıkılsın diye bir kamuoyu oluşmaya kalksa şiddet ve cinayet haberlerinde oran olarak büyük bir artış olur. Verilmek istenen mesaj şudur: Bu kadar şiddet ve cinayetin işlendiği bir ülkede uluslararası sözleşmelerin uygulanması zorunludur.
4. 743 sayılı kanunla ilgili en trajik operasyon evlenme yaşı ile ilgilidir. Atatürk’ün hazırlattığı 743 sayılı kanun, 15 yaşını ikmal etmiş her erkek ve kadına “hâkim kararı ile evlenme” yetkisi veriyordu. 743 sayılı kanunun 88. maddesinde şu cümle yer almıştır: “Şu kadar ki hâkim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni onbeş yaşını ikmal etmiş olan erkek ve kadının evlenmesine müsaade edebilir.” 4721 sayılı yeni medeni kanunla hâkime verilen bu takdir kaldırıldı. Hukukçu değilim, kanunlardaki değişimleri mufassal olarak hâkim değilim. Ancak bir eğitimci olduğum için toplumun nereye gittiğini hep gözlemledim. 70’li ve 80’li yıllarda uluslararası hukuk tam hâkimiyetin kurmamıştı. Binlerce hatta on binlerce genç kız hâkim kararı ile evlenirdi. Genellikle evlilik de şöyle olurdu. Sanayide çalışan kalfa ve çırak gençler kız liselerine ve kız meslek liselerine gelerek arkadaşlık teklifleri yaparlardı. Yakışıklı gençlere kapılıp evlenen genç kızlar muhakkak olurdu. Mütedeyyin aileler arasında kızlarını ilkokulu bitirdikten sonra dikiş nakışa verip karşılaştığı ilk hayırlı kısmetle evlendirilmesi yaygındı. 2000’lerden sonra Türkiye’nin sosyolojisi değişti. Erkek çocuklarında sanayi gençliği, kız çocuklarında okumayı değil ev hanımlığını tercih eden gençlik, sayı bakımından dibe vurdu. Bütün bunlara ilave daha acı bir şey de oldu, köylerde yaşayan insan sayısı dibe vurdu. Köylere gelin gidecek genç kız bulunamadığı için “âileli” tarım ve hayvancılık sürdürülemiyor. Bu işi büyük çiftliklerde büyük sermaye sahipleri yapsın dediğiniz zaman “kırsalda yaşayacak aileleri” bitirmiş oluyorsunuz. Bir ülke tarımını ve hayvancılığını “aile” ile birlikte kurtarabilirse anlam taşır. 12 Eylül darbe sürecinde çıkartılan büyükşehir yasaları köylerde insan bırakmadı. İnsan sayısının belirli bir oranın altına düşmesi kırsal alanda içtimâî murakabeyi imkânsız hale getirdiğinden kırsal alanlar özellikle genç kızlar için güvenli alanlar olmaktan çıktı. Ensest ve istismar vakalarının arttığı yerlerin nüfus oranlarının düşük olduğu yerler olması boşuna değildir. Cinayet çözme ve mağduriyetlerle mücadele iddialı DNA programcılığına büyük alan açılmış oldu. Bu programlar toplumda güven diye bir şey bırakmadığından ortalama ilk evlenme yaşı fırladı. 2020 yılında erkeklerde 27,9 iken kadınlarda 25,1 oldu. Tek kişilik hane halkı oranında ciddi artışlar düzenli olarak gerçekleşti. Bu oran 2020 yılında 17, 9’dur. 2020 yılında doğum yapan annelerin ortalama yaşı 29,0 oldu. Ünlü bir psikiyatri hocasının söylediği gibi bu hızla giderse Türkiye’de Yalnızlar Bakanlığı’nın kurulacağı günler yakındır.
Kadının erkekten erkeğin kadından bağımsızlaşmasını özendiren her söylem, “insan kaynaklarımızı sürdürebilirlik” nokta-i nazarından problemlidir. Şiddet ve cinayet haberlerinin çarpıcı bir biçimde sunumunda son yıllarda büyük artış olmuştur. Bu sunumların asıl hedefi Türkiye’nin uluslararası sözleşmelere bağlılığının zorunlu olduğu fikrini pekiştirmektir. Cedaw sözleşmesinin ana vurgusu kadına şiddeti önleme değil, kadına şiddetle mücadelede ülkelerin kendilerini uluslararası denetime açmasıdır. Herhangi bir ülke kadına şiddetle mücadelede iç dinamikleriyle başa çıkabilir. “Toplumsal bağımsızlık” iç hukuk ve adalet düzeninin olduğu bir ülkede mağduriyetlerle ilgili konularda uluslararası kuruluşlara hesap verme zorunluluğunun olmamasıdır. Mağduriyetlere karşı eğitim ve hukuk ile mücadele etmek gerekir.
743 sayılı kanun uluslararası sözleşmelere uymayan yanları olduğu için kaldırılmıştır. Küresel ölçekte insan mühendisliğinin yapıldığı yılları yaşıyoruz. İnsana standart getiriliyor, bunun farkında olmak gerekir. Geleneksel renk taşıyan aile dâhil tüm değerlerin hayatta kalması kolay olmayacak. Bugün aile için ne yaptık sorusunu her gün sormak gerekir. Çünkü aile için yapılan her şey Allah için yapılan şeyler mesabesindedir.