Merhaba değerli okurlarım.
İstanbul’da 12 yıl kadar yaşadım. Ticaret, sanat, siyaset hepsini bu 12 yılın içine sıkıştırdım. İstanbul’da “Vefa” hariç hemen her semte gittim. Ziyaretler yaptım. “Vefa”ya gitmediğimi de İstanbul’dan taşınmamın üzerinden 7 sene geçtikten sonra fark ettim; semtine uğrayamadım, ama “vefa da vefasızlık da benim semtimden geçti gitti.”
Çeşitli siyasi hareketlerin içinde bulunan, gençlik yıllarından beri yolundan sapmamış ve halen aynı gayretin içindeki birçok insanla sohbetlerim oldu. Bunlardan bazıları içinde bulundukları hareketle zaman içinde ters düşmüş ve oradan ayrılmış, ancak yolunu ve çizgisini değiştirmemiş arkadaşlardı.
Ancak hepsinde biraz kaşıyınca ortaya çıkan pişmanlıkları gördüm. Vefayı da vefasızlığı da bu bir ömür süren davalarının içinde yaşamışlardı. En çok da vefasızlıkları. Buna keriz yerine konmak da diyebiliriz.
Uzun yıllar birlikte çalıştığımız iyi-kötü birçok imkânı birlikte paylaştığımız arkadaşlarımız oldu. Çevresini keriz yerine koyanlar isimlerini burada geçirsem kendilerine ün yapar, kıymetini artırdığını sanır ve fırsat buldukları anda davalarını bir daha satabilirler. Bu yüzden onları (Gönül Dağı dizisindeki Divane’nin dediği gibi) ”Tuttum seni, attım içeri” deyip “adı lazım değiller” defterimin sararmış ve tozlaşmış sayfalarının arasında soldurmak üzere attım içeri.
-“Neden bunu anlatıyorsun?”
-“Unutmak veya kötü hataları kapatmak daha doğrusu değil mi?” diyenleriniz olacaktır.
Her siyasi hareketin, her davası olan grubun başından geçer benzer vakalar. Bende de çokça var. Karşı koysanız da birkaç tanesini anlatacağım.
Gençliğimizde aktif siyasetin içinde birlikte mücadele ettiğimiz bir arkadaşımızla yıllar sonra karşılaşmıştık. Bu uzun arada hiç denk gelmediğimizi, faaliyetlerde onun hiç yanımızda olmadığını, kendisini unutturduğunu tekrar karşılaştığımızda anca fark etmiştik.
-“Ooo! Osman kardeşim. Uzun yıllardır görüşemedik. Nerelerdeydin?”
Arkadaş espriye vurarak, hatta pişkin pişkin sırıtarak:
-“Eee, işte. Biraz evlendik, biraz da işe girdik. Artık dava idi, faaliyet idi, bunlar için koşturacak vaktimiz kalmadı.”
Yani arkadaşımız “Dava”yı ve oradaki “kerizleri(!)” evlenmek ve işe girmek için basamak olarak kullanmış. Bunu da utanmadan söyleyebiliyor.
Utanması gereken aslında bizdik. “Dava arkadaşımız” diye gözümüz kapalı bağlanıp her türlü desteği vermiştik.
Saflığımızdan, salaklığımızdan utanmalıydık.
Ama bizim hayatımızda örnekler o kadar çok ki, anlat anlat bitmiyor. Böyle adı lazım olmayan arkadaşımızdan biri de Melih Başkan döneminde geçmişine bakılıp aynı gözü kapalılıkla Büyükşehirde işe alınanlardan. Kişinin dava geçmişi sebebiyle özel oda ve özel imkanlar sunuldu. Kendisiyle yıllar sonra Ankara’da Ak Parti’nin seçim koordinasyon merkezinde de birlikte çalıştık. Seçim kaybedilip Mansur Yavaş seçilince bir hafta sonra Mansur Yavaş’ın tanıtım filminde bizzat bu arkadaşın oynaması bana çok tuhaf gelmişti. Rızık Allah’tan. Ama bu kesim rızkın baştan beri “yalakalık ve yalamacılık” ta olduğunu varsayarak hayat rotasını çiziyordu. Kendisini aradım ulaşamadım. Bir türlü telefonu meşgulden normale geçmiyordu.
Aradan beş altı ay geçti. Fark ettim ki sosyal medyada sık sık paylaşım yapan zatın uzun süre paylaşımlarını görmüyordum. Hatta ismi bile yoktu. İşkillendim. Bir başka arkadaşımın oturumundan girdiğimde ise paylaşımlarının devam ettiği sosyal medyada her mecrada yer aldığını gördüm. Konu anlaşılmıştı.
Zavallı aç adam beni engellemiş.
Çünkü ben mimli, sivri ve tanınan biriydim. Davam ve bulunduğum yer arkadaşlığımızın devamında ona zarar verebilir, benim yüzümden işten atılabilirdi. İşini kaybederse aç kalacaktı. Rızkı kesilecekti(!). Sefil ve perişan olacaktı. İyi ki Mansur vardı.
“Bunu beni arayıp kendisine uygulanan mobbingi anlatıp sıkıntısını izah etse ve sonra engellese anlayışla karşılardım.”
Öyle olmayıp direk sırtını döndü. Sırtını başkaları görsün.
Bir başka dava arkadaşımız da resmi bir kurumda Güneydoğu Anadolu Bölge müdürü makamına gelmişti. Makama geldiğinde herkesle birlikte bizim tebriklerimizi de kabul edip uğurlamıştı. Bir yıl sonra Şanlıurfa’da görev yaptığım dönemde bulunduğumuz partinin bir işi için kendisinden destek istemiştik.
-“Bunu yapmam benim makamımı sıkıntıya sokar. “Beni sizden sanıp” sürebilirler. Yapamam!” demişti.
Önce şaşırdık. Sonra acıdık. Biz de zamanın iktidar partisi olan ANAP’ın il başkan yardımcısına söyledik. Birkaç saat içinde işimiz aynı kanalla halloldu. Gençlik yıllarında bizim yurtlarımızda bizimle yiyip-içip bizimle yaşayan ve her sıkıntısında yanında olduğumuz dava arkadaşımız ilk sıkıntımızda rızkı tehlikeye girecek endişesiyle bizi satmıştı.
Açlık korkusu dehşet bir korku! İnsanların gözünden düşmek, tüm dostlarına arkadaşlarına sırtını dönmek, kendini inkâr etmek bahasına da olsa yakalık ve yalamacılıkla level atlamış sayıyorlar kendilerini.
Ama bunun iyi ve faydalı olan yönleri de var. Bazılarıyla bazı farklı düşünceler sebebiyle zaman içinde ayrı düşmüşsünüzdür. Hatta nerdeyse yumruk yumruğa girdikleriniz olmuştur. Ama ne onlar ne de siz davanızda bu zamana kadar yan çizmemişsinizdir. İşte onlarla zaman içinde karşılaştığınızda bile kol kola girip maziden tatlı hatıralarla birlikte yemek yiyebiliyor, çay, kahve içebiliyorsunuz.
***
Gelelim yazımın sonunda anlatmanın örf, adet ve geleneklerimiz arasına sızmış olan fıkralarımıza.
Bir grup İngiliz, Amerikalı ve Türk gemiyle yolculuk ediyorlarmış. Birden şiddetli bir fırtına kopmuş. Gemi fırtınada büyük zarar görmüş. Batacaklarını anlayan kaptan hemen yolculara koşup gemiyi boşaltmalarını istemiş. Fakat kimse buna inanıp da filikalara binmek istememiş.
Bir süre sonra bütün yolcuların ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gören kaptan hemen bir tayfasını çağırmış.
-“Git bir de sen dene onları gemiden atlamaya ikna etmeyi” demiş.
Tayfa gitmiş ve kısa bir süre sonra geri dönmüş. Kaptan merakla sormuş:
-“Eee, ne oldu?”
-“Hepsi filikalara binip denize indiler efendim.”
Kaptan çok şaşırmış:
-“Nasıl olur? Daha demin kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Ne dedin onlara?”
-“Çok kolay. İngilizlere “Sizin gibi soylu insanlar batmak üzere olan bir gemide olmamalılar” dedim.
Amerikalılara “deniz suyunun insan vücudu için çok faydalı olduğunu” söyledim.
-“Peki ya Türklere ne dedin?”
-“Onlara da 'Denize girmek yasak!” dedim.
***
Bir başka Pazar yazısında buluşmak dileğiyle,
Kalın sağlıcakla.