Bu gücü eskiden Osmanlı temsil ediyordu. Gölgesi bile yetiyordu haydutları caydırmaya. Herhangi bir haydut veya haydutlar çetesi, Osmanlının sınırları içinde olmasa bile bir İslam beldesine saldırmayı düşündüğü zaman bir değil bin kere düşünmek zorundaydı. Kritik zamanlarda Osmanlının ölüsü bile Müslüman milletlerin potansiyelini harekete geçirmeye, haydutlara dünyayı dar etmeye yetiyordu çünkü. Kader işte, gün geldi haydutlar çetesi, Osmanlıyı tasfiye etti. Osmanlı mülkü kapanın elinde kaldı. Meydanı boş bulan haydutlar, bütün matematik işlemlerini İslam coğrafyası üzerinde denemeye başladılar. Bir farkla, kendilerini topladılar; bizi böldüler, çıkardılar, çarptılar. Sonuçlarını her halükarda kendi kâr hanelerine yazdılar. Makro düzeyde yaptıkları bu işlemlerle yetinmediler tabi. Mikro düzeyde de bu işlemleri her gün hayata geçiriyorlar, gözlerine kestirdikleri herhangi bir İslam beldesinde.
O yüzden Müslüman milletler olarak her gün dayak yiyoruz. Ya da dayak yeme sırasının bize gelmesini bekliyoruz. Her gün yeni baştan bölünüyoruz, çarpılıyoruz, çıkarılıyoruz. Gelirlerimiz, servetlerimiz, zenginliklerimiz ise haydutların cebinde toplanıyor. Sabahleyin ilk kalkan haydut, henüz afyonu patlamadan mutlaka bir Müslüman memleketi pataklayarak güne başlıyor. Ensemizde boza pişirmeyen haydut kalmadı. Şamar oğlanına dönmüşüz topyekun bir ümmet olarak. Bizim birbirimize ettiklerimizi ise ne vicdan dinlemeye dayanır ne de akıl alır. Hatta birbirimizi yok etmek, katletmek, katliamdan geçirmek için her birimizin haydutlardan destek almak için koşturduğumuzu, kendimizi günün güçlü hayduduna beğendirmek için acınası bir vaziyette çırpındığımızı, dünün kardeşimizi, omuzdaşımızı tepelemek için haydudun ayaklarına kapandığımızı söyleyeyim de siz içler acısı halimizi anlayın. Ünlü cahiliye şairi İmru'l Kays'ın, soydaşı, dindaşı bir Arap kabilesini yok etmek için zamanın imparatorluğu Bizans'tan yardım almak üzere başkent Konstantiniye'de lobi faaliyetleri yürütmesi gibi.