Epeydir, tamahkarlık psikolojisinden yola çıkarak sosyo-ekonomik mevzular üzerine yazıyorum. İnsanları ya vampire ya da almakla bir türlü doymayan bir robota çeviren kapitalizm ve tüketim toplumundan çıkış yolları arıyorum. Tamahkarlığın, açgözlülükle sürekli haset ederek kişisel çıkar peşinde koşmanın, tefeciliğin ve faizciliğin, israfın ve istifçiliğin karşısına en iyi biçimde dinimizde bulunan ahlaki erdemlerle karşı çıkmak; bir. Devletin ekonomide adilane bir biçimde düzeni sağlamaya, sadece bir avuç insanın değil halkın zenginleşmesi için çaba göstermesini temin etmek; iki. Evet, iki çözüm yolu bulabildim esas olarak. Ama kapitalizmle baş edebilmek gerçekten zor ve siz ne söyleseniz tamahkarlık yılanı gelip sizi yine ısırmayı becerebiliyor. Kâğıt para düzeni ona göre kurulmuş.
Kapitalizmle ve tüketim toplumuyla baş edebilmenin yollarından birisi de dikkatimizi sanata, sanatçılara vermek, özellikle şairlere ve hikâye, roman yazarlarına… (Aman ha dikkat! Resim de büyük, ressamlar da ama şımarık zenginler çok eskiden beri oraya el atmış, sanatı epey paraya tahvil etmiş durumda. Şimdilerde aynı cinayeti sinema üzerinden işleyip duruyorlar.) Niye içimizdeki tamahkarlığa, şımarık zenginin dünyamızı talan etmesine karşı sanatı kendimize kalkan yaparak mücadele etmekten bahsediyorum? Anlatayım.
Dostum, büyük şairimiz Ömer Erdem, bizim Çeto Dergisi’nin son sayısında, “Çocukluk su dolu kova” başlıklı, şiir gibi bir yazı yazmış. “Çocukluk insanın yetinme duygusunun en ağır bastığı dönemdir. Bir kova suya kanmayacak çocuk bulamazsınız. Çocuğa mutlu olmak için bir kova su yeter de büyükler denize doymaz” diye bitiriyor yazısını. Bizim günlerdir anlatmak için kıvranıp durduğumuz şeyi, iki cümlede halledivermiş şairimiz. Ama kötü haber! Tüketim toplumu, bizi can evimizden, en güvenilir mayamızdan, fıtratımızdan vuruyor. Şimdiki çocuklar, tüketimin, israfın en birinci müşterisi yapıldılar. Tabii ki onlar günahsız. Yapanlar belli, tuzağa düşmüş ebeveyn, sen, ben, o…