Değerli bürokrat Kâmuran İnan’ın 1995 yılında yayınladığı “Hayır Diyebilen Türkiye” isimli kitabını, yeniden okuma ihtiyacı hissettim ve hayatımızda önemli bir yeri olan “evet” ve “hayır” sözcükleri ile ilgili düşüncelerini yansıtan şu cümleleri de sizinle paylaşmak istedim.
“Hayır her dilin en çok kullanılan bir kelimesi. Karşıtı evet’tir. Biri olumsuz diğeri olumlu. Biri diğerini reddeder. Fertler, toplumlar ve milletler arasındaki ilişkilerde etkin yer ve rolleri vardır. Kalem ve dil ucuna en sık takılan kelimelerdir. (…)
Evet’in kullanılması kolaydır, kulağa hoş gelir, muhatabını memnun eder. Çok defa bedeli yüksek olur. İnsanlar, bedelini başkaları ödemek kaydıyla bu kelimeyi kullanmakta cömerttir. Bu tutumlarıyla popüler olur, hatta isim yaparlar. Evet, bazı hallerde teslimiyeti ifade eder. Güçlülerin almak istedikleri ve genellikle, aldıkları bir cevaptır. Sistematik bir şekilde kullanılması, sahibinin şahsiyet ve ağırlığını etkiler.
Hayır diyebilmek, şahsiyet ve cesaret ister, hoş gelmeyen, işiteni rahatsız eden bir kelimedir. Menfi bir tutumu ortaya koyar. Güçlülerin duymaya pek alışık olmadığı bu kelime, güçsüzlerin adeta günlük gıdasıdır; ilişkileri adeta zorlaştırır, sahibinin görüntüsünü zedeler. Menfaatin bazı hallerde onurun koruyucusudur. Hayır diyebilmek bir olaydır. Makbul olmasa, menfi bir ruh halini sergilese dahi, içinde bir cevher, güç vardır. Bilhassa güçlüye karşı hayır diyebilmek, herkesin harcı değildir….
Hayır kelimesinin Devlet hayatımızda anlamlı, hatta rahatsız edici bir yeri vardır. Türk bürokrasisinin her gün özel bir zevkle kullandığı silah hayır’dır. Bunu değişmez bir prensip haline getirmiştir. Zira evet demek, çalışmayı, bir meseleyi halletmeyi gerektirir; bürokrasimiz buna alışkın değildir. İçinde bulunduğu hareketsizliğin kalkanı hayır’dır. Vatandaş daha cümlesini tamamlamadan suratına hayır şamarı indirilir. Ancak her vatandaş değil; bu imtiyaz güçsüz insanlara mahsus. Güçlü insanlar için bürokrasi lügatinde hayır yoktur. Fakirin talebi ne kadar haklı olursa olsun alacağı cevap, değişmez bir şekilde hayır’dır. Buna mukabil zenginin her türlü talebi, -kanunsuz ve usulsüz dahil- evet ile karşılanır. Devlet hayatımızdaki huzursuzluk ve zorlukların izahını bunda aramak lâzımdır. Türkiye bunu düzeltmediği müddetçe demokratik bir memleket olması mümkün değildir. Bu acı “yara” da işlemek istediğimiz konunun dışında kalıyor.
Türkiye’de hayır kelimesinin kullanılmadığı tek saha siyasettir. Siyasetin sermayesi ve gıdası evet’tir. Zira hayır demek, apolitik görünür. Seçmenden gelen istek, kanunları ve mantığı isyan ettirse dahi, siyasetçinin cevabı değişmez şekilde evet’tir. İşin acı, siyasetin üzücü tarafı, evet diyen de, bunu duyan da samimi olmadığın bilir. Neticesiz kalsa dahi, böyle bir yaklaşım her iki tarafın da işine gelir. Diğer bir acı gerçek de siyaset adamının evet’leri Devlete ödetmesidir.
Türk diplomasi lügatinde maalesef hayır kelimesi yoktur, silinmiştir. Karşı taraftan gelen talep ne derecede acı, pahalı, hatta onuru rahatsız edici olursa olsun, cevap değişmez şekilde evet’tir. Bu hep böyle olmamıştır, imparatorluğun güçlü dönemlerinde dış talep ve baskılara hayır denmiş, hatta karşı tarafa evet dedirtilmiştir. İmparatorluğun içerden sarsılmaya, çökmeye başlamasından sonra dış güçler istediklerini, adeta dikte etmiş, her seferinde evet’i koparmıştır. Bu uygulama sistematik bir hal almıştır.” [1] Kâmuran İnan, kitabının ön sözünde ise şunları yazmış:
“İnsanımız, Türkiye’nin gür sesini duymaya hasret kaldı. Ben, yıllar boyu acısını yaşadım. Memleketimize gelen yabancı heyetlerin yukardan bakışları, bizimkilerin ezikliği, savunmada kalmaları, serilen kırmızı halılar, milletlerarası toplantılarda sanayileşmiş memleketler heyetlerinin bizlere karşı, saygı dozu eksik davranışları beni hep düşündürmüş, bazen isyana sevk etmiştir. Kendime düşeni her zaman, her yerde yaptım: yüksek sesle “hayır” dedim. Dış güçler bu cesareti, Ankara’nın teslimiyetinden, “Evet efendim”ciliğinden almaktadır. Millî menfaat sınırı aşıldığı, hatta Devlet onuruna dokunulduğu hallerde dahi, hükûmetler tepkisiz kalmaktadır. Hayır diyebilenleri az olmuştur.” [2]
Kâmuran İnan’ın otuz yıl öncesine ait olan bu tespitlerinde bazı olumlu gelişmeler olsa da genel durumda ciddî bir değişimin olmadığı, evet ve hayır’ların mekana ve şahıslara göre değişkenlik arz ettiği görülüyor. Nitekim günlük hayatta herkes, az veya çok bu gerçeği yaşayarak öğreniyor. Bu nedenle “Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz ovada yolunu şaşırır” atasözü, hâlâ geçerliliğini koruyor ve para ve makam, güç elde etmenin bir aracı olmaya devam ediyor. Bu durum, böyle bir hayat tarzını özleyen kimseleri de derinden etkiliyor, bu imtiyaza sahip olmak ve bu ayrıcalıktan yararlanmak istiyor, dolayısıyla bu gücü elde edebilmek için “Arzu ve heveslerini kendine tanrı edineni gördün mü?” [3] ayetine muhatap olabilecek kadar nefsanî arzularının ve hedonist duygularının esiri olabiliyor.
Ne var ki kimi Müslüman, söylediği kelime-i tevhidin ilk kelimesi olan ilah kavramının başındaki “lâ” edatının ne anlama geldiğini, daha da önemlisi “illâ” edatı ile Allah’ın ilahlaştırılan her şeyden istisna edildiğini bilmiyor. Zira bu Müslümanlar, “lâ ilâhe” sözünü söylediklerinde, bütün ilahlara hayır; “illallah” sözünü söylediklerinde ise sadece “Allah’a evet” demiş oluyor. Bir başka ifade ile “Lâ ilâhe illallah” sözü, putlar başta olmak üzere ilahlaştırılan nefis, para, makam, mevki, güç vs. ne varsa hepsine toptan hayır, Allah’a ve O’nun buyruklarına evet anlamına geliyor. Zira Arapça dil mantığına göre ilah sözcüğü nekre olduğu için ilahlaştırılan her şeyi/nesneyi kapsıyor, Allah sözcüğü ise özel isim olduğu için tek ilahın Allah olduğunu ifade ediyor.
Bu sözü söylediği halde bunun gereğini yapmayan bir insan, Müslüman kimliğine sahip olsa da, Müslüman kişiliğine sahip olmuyor/olamıyor. Zira iman, bir kişiye Müslüman kimliği kazandırsa da, iman ettiği şeyleri hayatına yansıtmadığı sürece bu insan, Müslüman kişiliğini elde edemiyor. Çünkü bir insanın, Müslüman kişiliğine sahip olabilmesi için, her şeyden önce iman ettiği kitabın muhtevasını bilmesi, bunun bilincine varması ve sahip olduğu bilgileri de hayatına yansıtması ve yaşaması gerekiyor. İşte kelime-i tevhit’te yer alan evet ve hayır’ın Müslümanın hayatında böyle bir işlevi bulunuyor. Bu nedenle Allah Teâlâ, kulluk görevlerini yerine getirmeyerek arzu ve isteklerini önceleyen ve ilahlaştıran insanları “Arzu ve heveslerini kendine tanrı edineni gördün mü?” diyerek kınıyor.
Hz. Peygamber de “Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar.” [4] sözü ile de insanların bazı nesneleri ilahlaştırdıklarını veya ilahlaştırabileceklerini haber veriyor. Zira para, makam ve servet, bunları elde eden kişilerin nefsanî arzularını kamçılıyor; gösteriş düşkünü yapıyor, hatta onları yanlış ve gereksiz davranışlara ve rahatlıkla da haramlara sevk edebiliyor. Nitekim günümüzde bazı Müslümanların, helal-haram demeden paraya evet dedikleri ve ona sahip olduklarında da eşini, arabasını ve evini beğenmeyip yeni bir eş, yeni bir araba ve yeni ev aldıkları, dinî kuralları yerine getirmede lâkayt davrandıkları, zenginlik kibrine, şımarıklığına ve gösteriş düşkünlüğüne kapıldıkları görülüyor.
Bu nedenle İslâm, daha ilk başta Müslüman olmak isteyen insandan düşüncelerini, nefsanî arzularını ve sahip olduklarını ilahlaştırmamasını; diğer bir ifade ile putlara, nefse, şımarıklığa, zenginlik kibrine, israfa, kötülüklere, haramlara, zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe hayır demesini; buna karşılık sadece Allah’a ve buyruklarına evet demesini istiyor ve ondan insan onuruna ve Müslümanca bir hayta yakışacak tavır ve davranış bekliyor. Bunun karşılığında da ona getirdiği ilke ve kurallarla bu dünyada dengeli, ilkeli ve huzurlu bir hayatı; ahirette ise cenneti vadediyor.
[1] Kâmuran İnan, Hayır Diyebilen Türkiye, İstanbul 1995, s. 7-9.
[2] Kâmuran İnan, Hayır Diyebilen Türkiye, s. 5.