1683 yılında gerçekleşen II. Viyana bozgunuyla başlayan yüz yıl süren çözüm üretemeyen ve 1770 yılında Çeşmede donanmamızın batırılmasıyla su yüzüne çıkan problemlerimiz ilimle, hikmetle, tarihin verileriyle çözmek yerine Fransa’dan askeri uzman getirerek çözüm aramaya başladık.
Gelişen ve değişen olayları takip etmesi gereken ilim ehli müderrisler, ilmin merkezi olan medreseler ne yazık ki kendilerini yenileyemediler. Özellikle teknik alandaki gelişmelere öncülük edemediler. Tarih, sosyoloji ve istihbarat alanında hiçbir şey yapamadılar veya yapmadılar.
Özellikle 1800’lerden sonra etkisi artarak devam eden Batıcılık Türk Milleti için bir talihsizlik olmuştur. Batı kurumlarının iktibası, hiçbir ciddi araştırmanın sonucu değildir. Çünkü batının geçirdiği sosyal, ekonomik, askeri ve siyasal değişimleri analiz edecek bilgimiz yoktu. Batı medeniyetinin kurumlarını iktibas yolu ile alınmasını telkin ve tavsiye edenler sosyal ve ekonomik bilgi disiplinlerinden habersizdiler.
Tanzimat ve Islahat fermanları ile almaya, değiştirmeye çalıştığımız değerler sistemi çok defa bir oldu bitti ile kabul edildi. Tanzimatçılar, Jön Türkler, Siyasal İslamcılar ve ittihatçılar bir ihtilal partisinin iktidara gelişi gibi antidemokratik davrandılar. Bu davranış biçimi ne yazık ki 200 yıldır devam ediyor.
Çoğu zaman anti demokratik iktidara gelişi sağlamak için batıcılık hedefi ortaya sürülmüş ve denize düşen yılana sarılır zihniyetiyle işler temellendirilmek istenmiştir. Bu düşünce Türk siyasal ve sosyal hayatına hukuki olmayan davranışları sokmuş, iki asırdan beri bünyemizi kemiren şiddeti, anarşiyi meşru saymaya itmiştir. Yıllardan beri ülkemizde yaşanan şiddet eğilimleri bizatihi şiddetin kendisi içine düştüğümüz kavramlar, değerler, kültürler kargaşasının meydana getirdiği ortamın sonucu olarak şekillenmiştir.
İttihat ve terakkinin ilerlemek, birleşmek, medenileştirmek gayeleri her türlü zoru insanın meşru savunmasına dönüştürmüştür. Böylece parti, şahıs ve zümre diktaları oluşmuştur.
Türkiye’de bir koloni kültürü oluşmuş, önceliği tarih, şahsiyet ve millete ait kütür değerlerine saldırma, alaya alma biçiminde tezahür etmiştir. Kapitülasyonlar, batılı devletlere verilen tavizler, ekonomik ve teknik değişimler Türkiye’nin önce yarı sömürgeleşmesine akabinde tam sömürgeleştirilmesi sonucunu doğurdu. Böylece milli sanayinin yıkılmasın hızlandı. Hesapsız, kontrolsüz iktibas edilen batılılaşma olumlu-olumsuz pek çok sonuca etki etti.
Batı kurumlarının üstün körü iktibası bir parti ve cemiyet hegemonyasını yaşatacak biçimde şekillenmesi yeni sıkıntıların kaynağına dönüştü. Hâlbuki sosyal, ekonomik sistemlerinin ne mutlak, nede evrensel olduğu yalanını aydınlarımız, yöneticilerimiz idrak edemeyince hastalıklı yapımız bozularak devam etmektedir.
Özellikle 20. yüzyılın şekillenmesinde ve 21. yüzyılın içinde yeni acılara sebep olan kapitalizm, sosyalizm, komünizm ve her türlü izim insanlığın nihai amacı olamazdı. Ne parti devletinin, nede şirketlerin köleliğini kabul ederek insanlığı mutlu edemeyiz.
Bir yüceliş hareketi vasıtalarının ve gücünün mekanik birikimi, üstünlüğü ile sağlanamaz. Bir yüceliş hareketi önce insanda derin bir değişiklik meydana getirerek, onda tam bir inkılâp meydana getirerek sosyal bir enerji oluşturmasına bağlıdır. Dağları devirecek bir imanın ulvi hedeflere yönelmesi şarttır. Hayatın ulvi gayesi için insanımızın “meşakkatlere, zorluklara, sıkıntılara, imkânlara, zenginliklere aldırmayan bir inanç inkılâbı ile buluşması şarttır. Zaruridir.”
Unutulmamalıdır ki, inanca, İlme ve ahlaka dayanan bir inkılâp gerçekleşmeden hiçbir sosyal, ekonomik, askeri başarı sağlanamaz.
Türk aydını gönlünü, yüreğini bilimle, hikmetle, erdemle doldurmadığı, kendi öz medeniyet değerlerini insanlığa kurtuluş reçetesi olarak sunamadığı sürece beklenen gelişme, ilerleme olmayacak ve milletimiz batının bize sunduğu sakatlanmış, bilgi ve anlayışının çöplüğü olmaya, batıcı olma talihsizliği devam edecektir.
12 Kasım 2025 ERZURUM