YUSUF ÇALIŞKAN’IN ARDINDAN
8 Haziran 2020'de vefat eden Yusuf ÇALIŞKAN'ın Ardından dostları hatıralarını anlattı, Görüşlerini yazdılar.
Haziran’ın sekizinde (2020) vefat eden değerli dostumuz Yusuf Çalışkan üzerine, yakın arkadaşları düşüncelerini ve hatıralarını kaleme aldılar. Oğlu Ahmet Çalışkan “Babamız Yusuf Çalışkan” yazısında babasını anlattı. Yakın dostlarından İsmail Aydın “Yazı Hayatı ve Kişiliği” üzerinde durdu. Çapalı dostlarından Necmettin Turinay, Yusuf’un Çapa yıllarına ışık tutmaya çalıştı. Bir de değerli ressam Saim Okan’ın içten duyuşları!..
Bunlara ilâve olarak Adana’dan yakın dostları Mustafa Dündar, Sabri Dündar, Veyis Kılıç, Taner Bulut ve Yusuf Ünal, Yusuf Çalışkan’ın öğretmenlik yıllarına dair küçük küçük anektodlar hazırladılar. Yusuf kardeşimizin hakkında toplu bir fikir vermesi bakımından ilgili notları ve yazıları bir arada yayınlamayı uygun bulduk. Önümüzdeki günlerde bunlara yeni bazı yazı ve hatıraların ilâve edilebileceğini de hatırlatmak isteriz.
Bu vesile ile değerli eşine, evlatlarına, torunlarına ve bilimum dostlarına baş sağlığı diliyoruz.
Necmettin Turinay
BABAMIZ YUSUF ÇALIŞKAN
Ahmet Çalışkan
Yusuf Çalışkan’ın Oğlu
Bizim babamızla olan yolculuğumuz, otuzlu yaşlarda iken başlamış. Şu an kızının olduğu yaşlar! Hayatı sorgulamaya başladığın, tüm bildiklerini reddedip yeniden keşfetmeye, ezberleri bozmaya ve belki de bakış açını yeniden oturtmaya başladığın yaşlar. Bizler doğduğunda o neler hissetti, ilk babalık günlerinde neler yaptı bilmiyoruz tabii. Ama özbakım da dahil, hiçbir işte annemizi yalnız bırakmadığına eminiz. O hiçbir işi, kadın işi erkek işi diye ayırmazdı. “Hayat müşterek” cümlesini hayatında hep uygulardı. Anneniz de çalışıyor ben de çalışıyorum , akşam ikimiz de evdeyiz. Evdeki tüm işleri annenizden beklemek adil olur mu, derdi. Yaptığı işleri eşine yardım etmek olarak görmez, yükü paylaşmak olarak düşünürdü.
Babamın bize bir gün bile bağırdığını, kızdığını hatırlamıyoruz. Hiç kimseye bağırdığını da duymadık. Hakaret ve küfür ağzından hiç çıkmazdı.
İNSANI EZMEYEN BİR VAKAR
Babam hiçbir fikrini bize dayatmadı. Hayatımızla ilgili kararlara her zaman saygı duydu. Lise ve üniversite çağında yaptığımız seçimlere hep destek oldu. Arkamızda onun varlığını bilmek, bize hep güç vermiştir. Babamın isteği, hep kendi ayaklarımız üzerinde durarak yaşayabilmemiz, kimseye muhtaç olmadan hayatımızı sürdürebilmemizdi. O her zaman, prensip olarak kendi yapabileceği bir şeyi, başkasından istemezdi. Bizi de öyle yetiştirdi. Özellikle kızının güçlü ve dirayetli olmasını isterdi. Mesela araba sürmeye pek hevesi yoktu kızının. Ama üniversite bitince, ilk iş olarak ehliyet almaya yönlendirdi onu. Ehliyetini aldığı gün, birlikte Emniye Müdürlüğü’ne gittiler. Tecrübesi sadece sürücü kursundaki kadar olan kızına arabasının anahtarını uzattı. Al bakalım, bizi eve sen götür dedi.
Babamıza dair söyleyebileceğim en net şey, cesaretlendirici oluşudur. Asla hevesimizi kırmazdı. Hiçbir zaman siz yapamazsınız dememiştir. Tam tersine siz yaparsınız, yapmayacak ne var diye korkularımızı hafiflettirdi.
“Ben hiçbir zaman, siz çocuklarımının geçiminden kaygı duymadım” demişti bir keresinde. “İnsan doğru dürüst ve çalışkan olduğu sürece geçimini sağlar. Ne iş yaparsanız yapın, dürüst ve bildiğiniz doğrularla çalışırsanız, geçimini sağlarsınız” derdi. “Yeter ki kazandıklarınıza haram karıştırmayın, harcamalarınızda israfa düşmeyin” derdi.
Babamız hakkında söylenecek çok söz var tabii, ama şöyle geriye dönüp baktığımızda, herkesten duyduklarımızı harmanladığımızda, babamızı tek kelimeyle anlatsak, ona “saygıdeğer” derdik. Bir insan hiç kimseyi kendine saygı duymaya zorlayamaz. Saygı kişinin ancak kendi doğru yaşantısıyla kazanılır. Babam da doğru değerlerle yaşayan bir insan olduğu için, tüm çevrelerden saygı görmüştür diyebilirim.
ONU ÇOK ÖZLEYECEĞİZ
Hiçbir fikre, ideolojiye körü körüne kapılmamızı istemezdi. Hep bir halka dışarda kalıp, gerektiği yerde eleştiri yapabilmemizi , objektif bakabilmemizi dilerdi. Bizi hiçbir siyasi yaklaşıma yönlendirmedi, hiçbir ibadetimize karışmadı.
Üç, beş ve yedi yaşlarında üç torunu vardı. Onlara da tıpkı bize yaklaştığı ve öğrettiği gibi “insan” olmanın erdemlerini öğretmeye çalışırdı. Matematik, fizik, kimya, İngilizce her zaman öğrenilir. Bizim görevimiz vicdanlı olmayı öğrenmek ve vicdanlı olmayı öğretmek derdi rahmetli.
Ah bizim canım babamız, dedemiz!.. Onu çok özlüyoruz ve özleyeceğiz. Ondan çok şey öğrendik, torunlarının da öğreneceği çok şey vardı. İyi ki onun çocuklarıyız. Ne kadar şükretsek azdır Rabbimize. Oğlu, çocukları, torunları ve özellikle de anneleri olarak. O ilkeli, saygın, kibar bir beyefendi idi. O kimseye incitmedi, Allah da onu incitmesin inşaallah!.. Günahlarını affetsin, mekanını cennetin en güzel bahçelerinden bir bahçe eylesin!..
HÜSNÜ YUSUF’UMUZ GİTTİ
Necmettin Turinay
8 Haziran 2020 günü vefat eden Yusuf Çalışkan’ı hatırlayanınız var mıdır bilmiyorum. Bazıları hatırlamasa bile, onu yakından tanıyan sayısız arkadaşının bulunduğu malûmdur. O eski Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden bir idi çünkü. Eli kalem tutan, düşündüklerini ifadeden geri durmayan bir yazı adamı idi. Talebeliği sırasında ve talebeliğinden sonra sürdürdüğü yazı çalışmalarını, maalesef ne kendisi bir araya getirdi, ne de onun yerine bu işi üstlenen birileri çıktı.
Ama Yusuf’un ölüm haber, bütün dostlarının içini bir ateş yalımı gibi yaktı geçti. Onun bir heybet ve vakar abidesini andıran duruşu, adım atışları, hala daha gözlerimizin önünden gitmiş değil. Konuşmaktan ziyade susan, önem verdiği bir sürü sözü veya sohbeti su içer gibi dinleyen, daha o anda dinlediklerini ölçüp tartan, özümseyen emsalsiz bir zeka örneği idi O.
YÜKSEK BİR ZEKA ÖRNEĞİ
Gerçekten yüksek bir matematik zekası vardı Yusuf’ta!. Fakat bu zeka ve yüksekliği sayesinde o hem sosyal bilim alanlarına hem de sanat ve edebiyata devamlı ilgi duydu. Düşüncelerini yazmak istemesi, bundan büyük bir zevk alması bu yanının bir işaretidir anlyacağınız.
Nitekim üniversite yıllarımızda, aynen Yusuf’umuz gibi, multi-disipline diyebileceğimiz vasıflarıyla temayüz etmiş sayısız arkadaşlarımız vardı. Hepsi ama hepsi, öyle idiler. Anadolu’nun toprağı sanki gerinmiş, yarılmış da bu arkadaşlarımızı birer bitki gibi ortalığa salıvermişti. Her biri kendi inzivalarından çıkarak yollara düşmüş, İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda bir araya gelmişlerdi. Kimse kimseyi tanımıyor, fakat herkes birbirine ayna teşkil ediyordu ve kendini arkadaşının kişiliğinde hazır ve yansımış buluyordu.
Yani Yusuf o isimsiz, kendini unutturmayı başarmış, Ashab-ı Kehf örneği arkadaşlardan biri sadece ve sadece biri idi.
Kendindeki yüksek kabiliyetlerin farkında, fakat bunun pazarlamasına ihtiyaç duymayan bir olgunluk ve vakar içinde yaşadı gitti. Onun yüksek vasıflarına, bütün arkadaşları şahittir. Buna karşılık o daima tevazulu bir hal takınır, bir bitki veya çiçek gibi derin bir sükûnet içinde yaşamayı tercih ederdi. Yani konuşmanın yükünü yazıya yüklemiş gibi bir hal vardı onda.
HANİ ONUN BİBLİYOGRAFYASI?
O yazı işine nasıl girdi, yazıya nasıl başladı? Şimdi bunu genişliğine açabilecek durumda değilim. Ancak şunu söyleyebilirim: Çapa’da bulunmuş, Çapa’nın havasını teneffüs etmiş arkadaşlarımızın hepsinin yazı tarafı vardır. Yani onların tamamının yazmaya ve okumaya meyli yüksektir. Okulda çıkardığımız Pınar dergisi, o eski arkadaşlarımızın bir antreman sahası gibi idi. İşte Yusuf’un ilk yazıları o dergide çıkmıştı. Orada gösterdiği bir başarının ardından da diğer dergilere taşınmıştı. O yayın organlarında da aynı başarısını sürdürdü Yusuf.
Peki ne yazardı, nasıl yazardı Yusuf? Bunu bilmekte fayda yok mudur? Dolayısıyla burada çıkıyor asıl sorun. Onun yazdığı yazıların bir listesi, bugün elimizde bulunmuyor maalesef! Ama o da zaten isimsiz yazardı. Ne var ki yakın arkadaşları, onun yazdığı makaleleri bilmez değillerdir. Yusuf’un veya diğerlerinin yazdığı yazıların, şöyle veya böyle bir bibliyografyası bulunsa idi elimizin altında !.. Kötü mü olurdu bu?
YUSUF ÇALIŞKAN
KARDEŞİMİN ARDINDAN…
Saim Okan
“Ölüm kaderde var ürküntü vermiyor lâkin ayrılık çok zor” deriz ya… İşte öyle bir şey…Yusuf kardeşim Hakk’a yürüdü. Ardından hatimler ve dualar eksik olmadı. Allah tüm sevenlerinden razı olsun.
Özellikle aynı davada yer alan arkadaşlarına daha zor geldi bu ayrılık. Daldan her kopan yaprağın ardından duyulan üzüntü ve sonrasında hatırlanan hatıralar ve elleri açarak Rahman’dan Rahmet dilekleri…
Yusuf kardeşim ile İstanbul Yüksel Öğretmen Okulu Mescidinde tanıştım (1967 sonbarında). Bu okula kısaca Çapa dendiğini de hatırlatayım. Adanalı idi. Eh… Bende Adanalı olduğuma göre hemşerilikte bir bağ oldu ama asıl bağ Allah’a yönelen kalplerde idi. O dönemde namaz kılmak, hele hele yatılı bir okulda namaz kılmak akıllara ziyan ve cesaret işi… Karışan var mı? Olmaz mı? Elbette eksik olmaz, özellikle eğitim kadroları… Sanki yeni bir din kuruluyor gibi… Sanki ecdadımızdan gelen bir iz yokmuş gibi… Fakültede olan ağabeyler hariç hazırlık sınıflarından namaz kılan, parmakla sayılacak kadar azdı. Mersin İlköğretmen Okulunda; bir boş oda ayarlamıştık. Ne için? Güya teravih kılacaktık etütten sonra… Bir arkadaşta imam oldu. Farzı kılıp teravihe geldiğimizde nöbetçi öğretmen belirdi ve gördüğü manzaraya kızarak bizi dağıttı! Kıssadan hisse olsu nbu… Ama Çapa’da böyle bir karışanımız olmadı şükür…
Burası çamaşırhane olarak kullanılıyormuş. Yeni bir bina yapılınca; burası terk edildi ve bazı ağabeylerin ricası ve müdür beyin oluru ile mescit olarak ayarlandı. Abdest aldığımız genişçe bir oda vardı. Giriş hol ve yeşil halıfleks serili namaz odası ve minik kütüphane ve dini kitaplar… Bu kadar… Mescit hem sohbet hem de kültürel eğitim yerimiz oldu. Bilgilendik, dünyadan haberimiz oldu. Ağabeylerin kısa sohbetleri bizim için hayat suyu gibi bir şeydi doğrusu…
Yüksek Öğretmen O kulu Hazırlık sınıfında idik yani lise son sınıf… Türkiye’mizde o zaman var olan İlköğretmen okullarından seçilen seçkin öğrencilerin oluşturduğu sınıflar ve çok özel… Öğrenciler özel, öğretmenler özel, eğitim özel… Bu öğrenciler lise mezunu olacak, Üniversite sınavına girecek ve bir bölüm seçecek imtihan sonucuna göre ve Liselerde branş öğretmenleri olacaktı. 5 yıl boyunca hem pedagojik eğitim hem de branş eğitimi ile tam donanımlı lise öğretmenleri…
Ama ağabeylerden bilgilendiğimize göre hiçte tozpembe değildi ülkemizin durumu… Siyasi çekişmeler… Farklı fikir akımları… Esaret altında inleyen İslam ve Türk beldeleri… Yani sorunlar çok. Çözüm yok, ilgilenen daha doğrusu gönülden ve samimi ilgilenen kadrolar yok gibi idi. hazırlıkta derslerimiz devam ederken ruhumuza ve kalbimize aydınlanma ve mücadele ışınları giriyordu sessizce ve sanırım bu, ilerde hem ruhumuzu hem de Bedenimizi esir alacaktı…
Şükür Lise bitti. Diploma aldık. Sınavı da kazandık ve 1968 – 1969 eğitim ve öğretim yılında artık Üniversiteli idik. Ben İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji dalında, Yusuf kardeşim de Matematik dalında…
İstanbul Üniversitesi’nin açılışı olaylı başladı. Sol gruplar gösteri yaptı. Sağ gruplarda müdahale etti ve hareketli bir yıl başlamış oldu. Ne oldu? Olan oldu. Üniversiteli olmanın şanından mıydı bilmem her öğrenci bir safa geçti. İlk hedef dersler değil “ülkeyi kurtarmak” idi. ama reçeteler farklı idi. Bana ve Yusuf kardeşime ve birçok vatansever kardeşlere “Mücadele Birliği” safları nasip oldu yani kendimizi orada bulduk ya da ilahi bir çekimle çekildik…
1968 sonbaharında başlayan “Mücadele Birliği” kadrolarındaki faaliyetlerim, 1977 yıllarında hareketin dağılması ile noktalandı. Neler yaptık? Bunu tarih yazacaktır umarım ve asla pişman olmadığım bir mücadele ve heyecan yıllarım oldu sırf Allah Rızası için ve Vatan için dosdoğru, nifaksız, özverili ve candan… Yusuf kardeşim de öyle idi ve tüm dava arkadaşlarımda… Allah hepsinden razı olsun.
Yusuf kardeşim haftalık “Mücadele” dergisinde ve aylık “Pınar” dergisinde yazar kadrosunda idi. Ben de resim, çizim, grafik ve kapakların hazırlanmasında bulundum. Sadece yazarlık ve çizimle iş bitmiyordu. Baskıya hazırlama ve basılmasında da bulunuyorduk Yusuf kardeşimle… Sadece Pazartesi serbesttik. Ki oda temizlik ve hafif dinlenme amaçlı idi. Salı günü başlayan mesaimiz zaman sınırı olmadan devam eder ve Pazar günü dergi basılıp dağıtıma başlandığında biterdi. Ve zaten akşam da olmak üzere olurdu ve izin alarak yatılı kaldığımız yurda ve daha sonra da kaldığımız bekâr evine giderdik.
Gerek okumuzda, yatılı kaldığımız yurtlarda çok ama çok güzel ve özel bir mücadelemiz ve fikri birikimimiz oldu. Birçok yanlış yön tutan arkadaşlara rehber olduk, şükür…
Ve üzgün değilim ama aile büyüklerim çok ama çok kızsa da 4 yılda bitecek fakülte yılları mücadele, vatan, bayrak aşkı ile 8 yıl sürdü. askerlik gelip çattı. ve kader, aynı yerde yani tuzla da askerliğe başladık. 4 aylık eğitimden sonra kura ile kıtalara dağıldık. 16 ay olan askerlik bir karar le 18 ay yaptık ve teğmen rutbesi ile terhis olduk. Bu ara neler oldu. dünya başımıza yıkıldı! neden mi? mücadele kadroları dağıldı. nedenini asla bilemeyeceğim ama yazık oldu.
Yurdumuzun yüz akı olan ilerde ülkemizi güldürecek olan eğitimli, bilgili, özverili, fedakâr, canını hiçe sayan bağlılığı ile mücadele kadroları işlevsiz hale geliverdi… bu da başıma ve başımıza gelecek en büyük yıkım idi. artık hayatım ve yaşamım anlamsız oluvemişti. diğer tüm mücadeleci arkadaşlarım gibi… En az iki yıl süren bocalama ve ruhsal yıkım sonunda “hayata devam” dedim. Herkes kendi hayat mücadelesine bakar oldu.
M. Kemal Öke’nin bir söylemi çok hoşuma gider. TV Ramazan programında söylemişti.
“ Bir zamanlar vatanı kurtarıyorduk. Baktım ki kurtulmaya niyeti yok. Bari kendimi kurtarayım dedim. Onu da beceremedim”. yorum serbest…
Galiba ana konudan uzaklaştım ama olsun. Akışına devam…
Yusuf kardeşim nasıl biri idi. kafamda nasıl bir iz ve intiba var? bir arada olduğumuz sürece; bir kez kırıcı bir sözünü duymadım. İş yapmamak için bir bahanesini görmedim. Güler yüzü hiç mi hiç değişmedi. Ciddi, kendinden emin ve disiplinli idi. kaldığımız evlerde en disiplinli, düzenli ve temiz ve kurallı ev Yusuf kardeşimin temsil ettiği ev idi. ayrılıktan sonra değişti mi? asla sanmam. Öyle bir ruh hali ile bir arada olduk ve birbirimizi eğittik ki, bu çizgiyi geçen nadir olurdu ya da olmaz. 2004 veya 2005 gibi bir süre Mersinde bulundum. Telefonlaştık ve Adana’da buluştuk. Yusuf kardeşimin sevgisinde, bakışında ve sohbetinde bir farklılık yoktu: candandı, samimi ve yürekten sanki hiç ayrılmamışız gibi… Rabbim kabrini gül bahçesi, son makamını cennet eylesin inşallah…geleyim son sözüme…
Osmanlının son döneminden başlayarak ülkemiz ve insanlarımız ihanetler ile ve insanları kandırma ve oyalamalarla dolu.
İhanetlere bir diyeceğim yok. Vatan hainleri her devirde olmuştur ve olacakta!
Ama “ vatan için, inançlar için, millet için...” diye başlayan hareketler yok mu, işte vatan evladını kandıran ve heyecanlarını yok eden, duygusuz ve şüpheci bir insan haline getiren hareketler… Bu hareketlerin liderleri bunun vebalini yarın huzurullahda nasıl verecek bilemem!
Bir defasında Rahmetli Yılmaz Karoğlu Abimin evine ziyarete gitmiştim. Sohbetin bir yerinde Fetullah grubu oğlumu içlerine istiyor ama “bir aileden bir şehit yeter” dedim, demişti.
Ve bilindiği gibi inançlı milyon gençleri iğdiş eden ve onlara “vatan hainleri” yaftasının yapışmasına neden olan ve hayatlarını karartan, güya kurtarıcı ve İslam adına hareket eden “ Fetullah Hoca” adlı satılmış hain en büyük örnek ve en kötü örnek… Gel de şimdi gençleri “vatana ve dine hizmete” davet et “Acaba?” demezler mi?
Sanırım Anlayan Anlamıştır. Fazla Mızmızlanmaya Gerek Yok Değil Mi?
İnanıyorum Ve İman Ediyorum Ki; Hayat Ve Memat Allah’ın İndindedir. Vade Gelince Hüküm Allah’ındır. Engel Olunmaz. İnna Lillahi Ve İnna İleyhi Raciun…
Yusuf Kardeşim,
Ben Senin İmanına, İslam Ve Vatan İçin Mücadelene Şahidim.
Nur İçinde Yat Ve Dualarımız Seninle…
YUSUF’UN YAZI HAYATI VE KİŞİLİĞİ
İsmail Aydın
Hani telefon acı acı çaldı derler ya, 8 Haziran 2020 günü saat 12.35’de işte öyle bir şey oldu. Yatak odamdan holdeki telefona ulaşıncaya kadar, telefon gerçekten uzun uzun ama acı acı çaldı. Arayan kardeşim ve meslektaşım avukat Sabri Turhan idi. Telefonu açtığımda, İsmailciğim dedi Sabri. Gerçi Vakıf henüz mesaj atmadı ama , ben başka bir gruptan aldım haberi. “Yusuf Çalışkan vefat etmiş duydun mu” diye sordu. Duymamıştım.
Sabri devam ederek anlattı. “Gazete çalışmaları için İstanbul’a geldiğimde, Bizim Anadolu gazatesinden Kemal Yaman Ağabey ile üçümüz birlikte çalışmıştık. Bir de karikatür çalışmaları yapan Eskişehirli Ercan vardı. Yusuf Çalışkan askere gidince, ben sizin kaldığınız eve geldim” dedi. Evet, öyle olmuştu. Şimdi de yetim-i akran olduk.
ÇAPA’NIN TARİHİ YAZILMALIDIR
Yusuf Çalışkan, Adana’mızın yiğit evlatlarındandı. Memleket kalkınmasında en önemli işlevi yerine getirecek olan eğitim ordusunda görev almak ve öğrenimini Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda tamamlamak için altmışlı yılların sonlarında İstanbul’a gelmişti. O tarihlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere üniversite eğitimi için gelen memleket gençliği, ilim yaftalı “ilmî sosyalizm” sloganıyla aldatılıyor, zihinler başka alanlara kaydırılıyor ve böylece gençlerimiz kendi milletine, kendi tarihine, kendi değerlerine, kısaca kendi kültür ve medeniyetine yabancılaştırılıyordu. Lenin ve Stalin posterleri arkasında kızıl bayraklı yürüyüşler yapılıyordu. Atatürk dahil hiçbir Türk büyüğü bu yürüyüşlerde anılmazdı.
O yıllarda üniversite gençliği, millet düşmanlarının saldırısıyla karşı karşıya idi. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu da, eğitim kurumlarını millete saldırı üssü haline getiren ve kendilerini “solcu-devrimci” olarak niteleyenlerin hedefinde bir kurum idi. Yusuf Çalışkan ve bir avuç arkadaşı, söz konusu saldırılara kahramanca direndiler. İktidarın vurdumduymaz tutumuna rağmen bu kurumu saldırganlara kaptırmadılar. Ama kandırılmış gençler Mustafa Tosun ve birkaç arkadaşını tutuklatarak ceza evine koydurdular. Çileyle geçen yargılama sürecinin sonunda hepsi beraat ettiler. O günler anlatılmakla bitmez. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun bu anlamda işlevi o kadar büyüktür ki, bazı arkadaşlarımız “Çapa’nın tarihi yazılmalıdır” demişlerdir. Rahmetli Ahmet Kabaklı, Diyarbakır’ın yiğit evladı Cuma Yavuz’un vefatı üzerine kaleme aldığı bir yazıda, “Okulda rahat ders verebilmem için Cuma ve arkadaşları hissettirmeden bana korumalık yapıyormuş” diye yazmıştı.
YUSUF, YAZI HAYATI VE İNZİVASI
Merhum arkadaşım Yusuf’u, Ramazan Kiraz ile birlikte Yeniden Milli Mücadele mecmuasında yazmak için davet edildiğimizde tanışmıştık. Yusuf, kelimenin tam anlamıyla kibar bir insandı. Yazı kadrosunda ondan başka Ahmet Taşgetiren, Hüseyin Gülerce ve İsmail Nakilcioğlu vardı. Bizimle beraber toplam altı kişi olmuştuk. Haşim Vatandaş Yeniden Milli Mücadele mecmuasının, Saim Okan Pınar dergisinin kapaklarını yapardı. Karanlık odada resimleri tab eden arkadaşımızın ismi yanılmıyorsam Çoşkun idi. Üç Mehmetler olarak bilinen Mehmet Akif Ak, Mehmet Ali Taşcı, Mehmet Tacdiken ile Hasan Erdem, Pınar dergisinde yazarlardı.
Yusuf son derece sabırlı, acele etmeyen, boş laftan çekinen ve bu yüzden az konuşan, çok düşünen ve düzgün yazan; halimizle mütenasip olmayan hayallerden uzak, buna mukabil mevcut şartlarda neler yapabiliriz, neleri yapamayız gibi sorulara cevap arayarak hareket eden bir karaktere sahipti. Öne çıkmak gibi bir amacı olmayan bir arkadaşımızdı.
Köy Enstitüleri’nin hoş olmayan gidişatı hakkında yazıları vardı, ama gerçekleri teslim etmekten de çekinmezdi. Matematik öğretmenliğinden emekli olduktan sonra, bir telefon görüşmemizde, eğitimin içine düştüğü çıkmaza işaret ederek, “Milletin inancıyla tezat teşkil etmeyecek bir yapı ve anlayışa kavuşturulabilselermiş, Köy Enstitüleri kapatılacak okullar değil, bilakis geliştirilecek okullarmış” demişti. Bu sözünü hiç unutmuyorum.
Onun en etkili ve cesur yazılarından biri, sütununu boş bırakarak Danıştay’ı protesto ettiği yazısıydı. Hatırlanacağı üzere bir zamanlar Danıştay “MC Hükümetleri” olarak nitelenen o günkü hükümetin yapmış olduğu her tasarrufu, her atamayı doğru-yanlış, haklı-haksız ayrımı yapmadan iptal ediyordu. Pek tabii olarak Yusuf bu kararları haksız buluyordu. Yolu birkaç defa Basın Savcılığı’na düşmüş olmasına rağmen, Danıştay’ın bu tutumunu kabullenemiyor, “Değerli okurlarım! Danıştay iptal eder düşüncesiyle bugünkü yazımı yazamıyor, o sebeple sütunumu boş bırakıyorum” diyordu.
Askerlik için Tuzla Piyade Okulu’na gitmişti. Yedeksubay adaylarının askerî kurallara uymakta ne kadar zorlandıklarını anlatırken, “Biz onlar gibi zorlanmıyoruz. Disiplin anlayışımız, belli prensiplere uyma alışkanlığımız askerlerinkinden daha ileri seviyede” derdi.
Yusuf her nasılsa, “muhalif bir rüzgârın” esmesi sonucu, askerlik görevinden sonra İstanbul’a dönmedi. Tamamen kendi içine ve köşesine çekildi. Hiçbir dedikoduya karışmadı. Sessiz sedasız, canı gibi sevdiği arkadaşlarından istemeyerek bile olsa uzaklaşmak zorunda hissetti kendini. Yaptığımız telefon görüşmelerinde, ayrılığın hasretini ifade ediyor, arkadaşlarımızın telefon numaralarını istiyordu. Son görüşmemizde, Kemal Yaman’ın telefon numarasını istemişti. Geri dönüş telefonlarından, bu konuda kendisine yardımcı olduğumu düşünüyorum. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, ne yazık ki bir kere bile olsun yüz yüze görüşemedik. Ama eskiden menfaat beklemeksizin yapılan çalışmaların insanı yormadığını, bu yüzden İstanbul’da geçen günleri için asla pişmanlık duymadığını ifade ederdi.
TOPRAĞA ATILAN TOHUMLAR
Onunla pek çok hatıramız vardır. Onlardan en tatlısı şudur: Kurban bayramlarından birinde, yeterince yiyemediğimiz kavurmadan biraz fazla kaçırmıştık. “İsmailciğim, galiba tokmaladık, çıkalım da biraz yürüyüş yapalım” demişti. Üsküdar/ Şemsi Paşa Kütüphanesi civarında sahilde birlikte yürümüştük. Böyle bir yürüyüşü daha sonraları hem de marul yiyerek, rahmetli Mehmet Ali Taşcı ile yapmıştık. “Geçmiş zaman olur ki hayli cihan değer” dendiği gibi, telefon görüşmelerimizde o günleri hasretle anar, tekrar yaşamak isterdik. O yılların gençliği dünyayı değiştirmeye azimli, zor ve büyük görevlere talip bir gençlik idi. Rahmetli arkadaşım o yıllarda yapılan çalışmaları toprağa atılan tohuma benzetir, “Toprağa atılan tohum bir gün mutlaka meyve verir” derdi. Yapacağım sohbet toplantılarına katkısı olur düşüncesiyle telefonuma videolar gönderirdi.
Rahmetli, vaktiyle bir kalp rahatsızlığı geçirmişti. Ancak son zamanlarda, Ramazan Kiraz’ın ifadesiyle sağlıklı gözüküyordu. İnanıyoruz ki ölümlü dünya hastalık-sağlık dinlemiyor. Genç-ihtiyar ayrımı yapmıyor. Vakti saati gelen, ölümsüz ahiret hayatına doğru yürüyor. Ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahane! Herhangi bir sebep gerekmeksizin, zamanı gelen dünya aleminden ahiret alemine intikal ediyor. Önemli olan salih ameller yapabilmek!..
Şimdi geride kalanlara düşen en büyük görev şudur. Yusuf’un yazdığı yazıların eksiksiz bir bibliyografyasını hazırlamak!.. Sadece Yusuf’un mu? Kendini kültür ve düşünce hareketi olarak sunan gruplar, niçin bunların üzerinde çalışmaz ki?
Arkadaşıma yüce Allah’dan rahmet, kederli ailesine, arkadaşlarına ve sevenlerine başsağlığı dileklerimle sabırlar diliyorum. Mekânı cennet olsun inşallah. (âmin)
YUSUF’A DAİR BAZI HATIRALAR
VAKAR VE GÜVEN ABİDESİ YUSUF ÇALIŞKAN
Bazı insanlar vardık ki ilk karşılaşmanızda duruşu ve tavrıyla size güven telkin eder, içiniz ısınır onlara. Sanki o kişi hadis-i şerifte tarif edilen; “elinden ve dilinden emin olunan” şahsiyetlerden biridir dersiniz. Tanışıp konuştuğunuzda da yanılmadığınızı hemen anlarsınız.
İşte Yusuf Çalışkan kardeşim sakin, beyefendi ve hasbî kişiliğiyle hafızalarımızda yer etmiş, toplumumuzda eşine ender rastlanan bir şahsiyet abidesidir.
Bu güzellikleri nedeniyle gerek öğrencilik, gerek öğretmenlik yıllarında, öğretmen arkadaşlarının ve öğrencilerinin sevgi ve saygısına mazhar olmuştur. Adana Fen Lisesi’nin Türkiye çapında ilk üç veya beşinci sıraya yükselmesinde, onun çok büyük katkıları bulunmuştur.
Adı geçen okulun lojmanlarındaki komşuluğumuz esnasında da örnek bir aile reisi, çok iyi bir komşu olduğu herkesin malûmudur.
Emekli olduktan sonra Adana’nın en büyük özel okullarından birinde yaptığı Matematik Bölüm Başkanlığı sırasında gerek beyefendi kişiliği, gerekse branşındaki vukufiyetiyle büyük bir takdir toplamıştır.
Dünya hayatına hoş bir sada bırakarak veda eden merhum kardeşime, Cenâb-ı Allah’dan rahmet ve mağfiret niyaz ediyorum. Mekanı cennet olsun.
Mustafa Dündar
Yusuf’un Yakın Dostu
HEP CİDDİ ve VAKUR BİR ABİ
Yusuf abiyi İstanbul’da yazı ekibinde bulunduğu yıllardan beri tanırdım. Adana Fen Lisesi’nda birlikte çalışmak kısmet oldu. Yusuf abi başarılı bir öğretmendi. Ondan hayat dersi almadım desem yalan olur. Geçmişte o, zihnimde hep ciddi, vakur, uzlaştırıcı bir abi olarak kaldı, öyle dekalacak. Nur içinde yat benim güzel ağabeyim.
Mahmut Dündar
Adana Fen Lisesi Emekli Edebiyat Öğretmeni
KÜÇÜK BİR ARABA KAZASI
1993-1994 yılları!
Yeni yetiştiğimiz sıralar, lojmanda oturuyorduk. En sevdiğim şeyler, arabada şöfor koltuğa oturmak, arabayı hafta sonlarında yıkamak ve kısa mesafelerde bile olsa araba sürmekti.
Bir akşam gezmesine gidileceği vakit, arabayı lojmandan çıkarıp yaya kapısı önüne getirdim. Yine öyle kısa mesafeli sürüşlerden birinde, farları yakmayı unutmuşum.
Hava iyice kararmıştı. Lojmanın araç kapısından içeriye girmek üzere iken, yeni aldığı arabasıyla merhum Yusuf amca belirdi. Benim orada olduğumu fark etmedi tabii. İyice yavaşladım, durdum ama kâr etmedi. Onun aracının lastiğe yakın bir tarafıyla, babamın arabasının tamponu çarptı o kısım ezildi.
Tabii benim elim ayağım kesildi. Arabadan inemiyorum bile. Aracından indi, yanıma geldi. Baktı bir şeyim yok. Teselli etti. Korkmuş ve mahcup olmuş bir halde iken, beni öylece bırakıp gitmedi. O konuştukça rahatladım. Kendi arabasındaki hasara neredeyse hiç bakmadı. “İstersen aramızda kalabilir, daha dikkatli oluruz bundan sonra” dedi. Farları da yakıp yüzümden bir makas aldı ve gitti.
Sakin, güleryüzlü, insanda saygı uyandıran merhum Yusuf amcanın anlayışına, dünya malına kıymet vermezliğine ve hoşgörüsüne, başımdan geçen böyle bir olayla şahitlik ettim. Rabbim ondan razı olsun. Mekânı cennet olsun.
Sabri Dündar
Adana Fen Lisesi Edebiyat Öğretmeni
İNSANI EĞİTME TARZI
Adana Fen Lisesi’nde çalıştığım yıllarda Yusuf Bey’den çok şeyler öğrendim. Çoğu öğretmenler gibi ben de bazen öğrencilerle, velilerle sorunlar yaşardım. Aceleci bir yapıya sahip olduğum için, hatalı pozisyonlara düştüğüm olurdu. Yusuf Bey hatalı olduğumu bile bile beni savunurdu. Öğrenci veya veliyi ikna etmeye çalışırdı. Sonra da benimle sakin bir ortamda konuşur; “Bak Veyis Hoca burada sen hatalısın” diyerek beni eleştirirdi. Hiç incinmezdim, saygı duyardım. Mekânı cennet olsun.
Veyis Kılıç
(Adana Fen Lisesi’nden Emekli Fizik Öğretmeni)
ANINDA TOPARLARDI BENİ
Sıradışı anormal davranışlardan hoşlanmayan, yanı sıra bu tür davranışları törpülemekte mahir bir arkadaşımızdı. Ters mi davranıyorum; Yusuf Hoca anında toparlardı beni.
Taner Bulut
Öğretmen Arkadaşı
YUSUF’U DEVAMLI GÜLDÜREN BİR HATIRASI
Adaşım, hemşerim Yusuf Bey ile aynı okulda çalıştık. Dürüst, ciddi, yapıcı bir abimizdi. Örnek bir insandı. Unutmadığım bir hatırasını szinle paylaşmak isterim;
Yusuf abi köyünde ilkokul öğrencisi. Okula müfettiş gelir, denetlemek için. Denetimini bitirmiştir artık. Sınıfa girer, sıraya oturur; öğretmene: “Öğrencilere soru sorabilir miyim?” diye sorar. Sorusunu sorar: “Yüzden geriye birer birer sayabilen var mı?”. Ardından da sınıftan hiçbir ses çıkmaz. Herkes birbirine bakar. O sırada öğretmen bir öğrencinin kulağına bir şeyler fısıldar. Öğrenci yanındakine, o yanındakiler de yanındakine derken, sınıfın çoğunluğu parmak kaldırır. Müfettiş bir öğrenciye söz verir, öğrenci yüzden geriye birer birer saymaya başlar. Bunun üzerine müfettiş merak eder tabii ve öğretmene, öğrencinin kulağına ne fısıldadığını sorar. Öğretmen de: “Efendim bu yörelerde, ‘geri’ tabiri pek kullanılmaz. Onun yerine başka bir kelime kullanılır der, fakat o kelimeyi de söyleyemez.
Tabii ki öğretmen sınıftan çıktıktan sonra, o kelimeyi müfettişe söylemiş olmalıdır. Fakat o kelimeyi şimdi benim de söyleme imkanım bulunmuyor. Ne var ki Yusuf bu hatırasını anlatırken, kısık gözleriyle gülmekten kendini alamazdı.
Yusuf Ünal
Adana Fen Lisesi emekli Matematik Öğretmeni
|