Çok değil, bundan yarım asır önce insanlarımız, genelde sade bir hayat yaşarlardı. Bazı insanlar, alış-verişlerinde file kullandıkları halde, bazı insanlar da “Göz hakkı olur” veya “Canı çeker alamaz” düşüncesiyle file kullanmaz, kesekağıdı veya torba kullanırdı. Çoğu insan, “Kabahat gizli” veya “hayır gizli” düşüncesiyle işledikleri günahları ve sevapları söylemez ve günümüzde olduğu gibi kişisel davranışlar, sosyal medya vasıtasıyla topluma teşhir edilmezdi. Bunlar benim şahit olduklarım, bir de şahit olmadığım halde duyduklarım ve okuduklarım var. Mesela yardımların gizlice verildiği ve bazı mekanlara “Sadaka taşı” konulduğu bilgisi, bunlar arasında yer alır.
Sadaka taşı, maziden intikal eden bir yardımlaşma şekliydi ve genellikle cami, çarşı, hastane vb. yerlerde ihtiyaç sahiplerinin alabilmeleri için para bırakılan özel bir taşın adıydı. Bu içi oyuk bir taştan ibaretti. İnsanlar, karanlıkta, özellikle sabah ve yatsı namazlarına gidip gelirken bu oyuklara madeni paralar bırakırdı. İhtiyaç sahibi kişiler, ihtiyaçları kadar para alır, daha fazlasını almaz, başka ihtiyaç sahiplerini de düşünürlerdi. Dolaysıyla veren de alan da birbirini görmez ve tanımazdı. Günümüzde ise bu geleneğin unutulduğu ve bunun yerine Batı’da uygulanan “askıda kahve” anlayışından esinlenerek bazı semtlerde “askıda ekmek” uygulamasına geçildiği görülüyor.
Özünde verenin kibrini kırma, alanın ise onurunu koruma amacını taşıyan bu uygulamanın, “Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. (Fakat) onları fakirlere gizlice verirseniz, sizin için daha hayırlı olur.” [1] Ayeti ile,
“Ey inananlar! Malını insanlara gösteriş olsun diye dağıtan, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi, sadakalarınızı insanların başlarına kakarak ve onları inciterek boşa çıkarmayınız. Gösteriş için yardım yapanın durumu, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın durumu gibidir. Nasıl ki, üzerine bir sağanak yağmur yağınca toprağı gidip geriye çıplak bir taş kalırsa, aynı şekilde onların elde ettikleri kazançlarından da geriye bir şey kalmaz. Allah inkârcı bir toplumu [kavm] doğru yola eriştirmez.” [2] ayetinden ve Peygamberimizin, “(Allah’ın kıyamet gününde kendi gölgesi altında gölgelendireceği yedi sınıftan altıncısı) sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak şekilde gizlice sadaka veren kimsedir” [3] sözünden esinlendiği anlaşılıyor.
Bununla birlikte, “Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel” ayetinden gösteriş amacı taşımayan ve yardım edilenin onurunu koruyan bir davranışla verilen, ayrıca başkalarını teşvik amacını güden açık yardımlarda ise bir sakınca olmadığı anlaşılıyor. Zira gösteriş amaçlı yapılan ibadetler, “Onlar gösterişte bulunurlar“ [4] ayeti ile kınanıyor ve yasaklanıyor. Bu da ibadetlerdeki ihlas ve samimiyetin önemini, değerini gösteriyor. “Ameller niyete göredir” [5] hadisi de bu samimiyetin ve ihlasın gerekliliğini ifade ediyor.
He ne kadar görsel ibadetler, bir dindarlık göstergesi olsa da kişinin samimiyet ve samimiyetsizliğini göstermemektedir. Zira ihlaslı bir ibadeti de, ihlaslı olmayan bir ibadeti de ancak Allah bilir, O’ndan başka kimse bilemez. Nitekim Hz. Peygamber’in “Allah, sizin görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve işlerinize bakar” [6] sözü de buna işarete eder.
Bu nedenle Müslüman’ın dinî hayatından ihlas ve ahlak çıkartıldığında geriye sadece ritüel, şekilcilik, bir diğer ifade ile ruhsuz bir beden gibi, ahlaksız bir dindarlık görüntüsü kalıyor. Bu da ruhsuz bir namazın jimnastikten; ruhsuz bir orucun aç kalmaktan ibaret oluşuna benziyor. Dolayısıyla şekil, ancak ihlas ve ahlakla bir anlam ifade ediyor, zira özden yoksun bir şekil, bazı formalitelerin yerine getirildiği bir davranış tarzından öte bir anlam ifade etmiyor. Nitekim Kur’an, gösterişçi dindarlığa Müşriklerin Kabe’de yaptıkları dua, tavaf ve kıldıkları bir tür namazı örnek olarak vermekte ve Mekkeli müşriklerin bu tür ibadetlerini gösterişe dönüştürdüklerini açıklamaktadır.[7]
Günümüzde ortaya çıkan gösterişçi dindarlık ise o günkü gösterişçi dindarlıktan çok daha farklı bir mahiyet arz ediyor. Bu da gösterişin sosyal medya vasıtasıyla yerel boyuttan evrensel boyuta taşınarak “beğeni” duygusuna alet edilmiş olmasıdır. Neden insanlar. kendilerini gösterme ihtiyacı hissederler ve böyle bir gayretin içinde olurlar?
Basit gözlemlerden ve edinilen tecrübelerden anlaşıldığı kadarıyla insanların toplum içinde itibar kazanma, beğenilme ve onaylanma arzularına mahkum oluşları, iki yüzlülüğün sebepleri arasında yer alıyor. Zira saçının rengini, boyunu, işini, anne-babasını vs. daha pek çok şeyi beğenmeyen, buna rağmen kendisini başkalarına beğendirme ve sevdirme çabası içinde olan insanların, beğenilme ve takdir edilme arzuları, her halde onları gösterişçi bir dindarlık anlayışına yönlendiriyor. Dolayısıyla da bu insanlar, kendileri olmak yerine, sevgisini almak ve beğenisini kazanmak istediği kişilerin, istek ve arzuları doğrultusunda maskeli bir hayat tarzını yaşıyor. Diğer bir ifade ile iki yüzlü davranmak, kendisini sevmeyen, kendisiyle barışık olmayan ve özgüveni yeterince gelişmeyen insanların baş vurdukları bir yöntem oluyor. Böyle insanlar, taktıkları maskelerin adedince farklı kişiliklere bürünüyorlar ve asla kendileri olamıyorlar. Zira başkalarının gözünde değer kazanma duygusu ve çabası, insanı benliğinden ve kendi özünden uzaklaştırarak gösterişin, tüketimin ve hazzın girdabına sürüklüyor.
Sosyoloji, bunun izahını şöyle yapıyor: “Gösterişçi dindarlığın oluşması ve gelişiminde çeşitli sosyal nedenlerin rol oynadığı söylenebilir. Bu çerçevede örneğin imaj ve gösteri, moda ve kıyafet, biçime ve niceliğe önem verme, farklılıkları kabul etmeme, baskı, kınama, korku, dışlanma, tutuculuk, meşrûluk, kimlik bunalımı, damgalanma, ödül ve ceza, manipülasyon, sosyal kontrolün etkisizliği, güvensiz ortam, sosyal tabaka ve statü, güçlenme endişesi, kabul edilmeme korkusu, uyum problemi, anomi ve yabancılaşma, sosyal değişim vs. gösterişçi dindarlığın sosyal nedenleri olarak zikredilebilir” [8] Bir psikiyatrist olan Nevzat Tarhan ise, bunu şöyle açıklıyor:
“Gösteriş tutkunu olmak bir psikolojik, patolojik bir savunma mekanizmasıdır, psikolojik olarak. Sağlıklı olmayan patolojik savunma mekanizmasıdır. Yani sahte bir rahatlık sağlar. O anda alkış sağlar. Fakat bir müddet sonra kişide sahte bir kişilik oluşur. Devamlı gösterişle beslenmeye başlar. İlgiyi kaybettiği anda depresyona girer bu kişiler.” [9]
Hz. Peygamber ise “dinin samimiyet” [10] ve “amellerin niyetlere bağlı olduğunu” [11] dolayısıyla ibadetlerimiz başta olmak üzere bütün davranışlarımızda ihlaslı ve samimi olmamızı öğütlüyor. İhlas, “İbadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” anlamına geliyor. Bir diğer ifade ile ihlas, şirk ve riyadan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade ediyor. Riya ise böyle bir ihlas ve samimiyete sahip olmadığı halde insanın, kendisini böyle göstermesi olarak biliniyor.
Her şeyden önce riyakarlığın, gösterişin, hedonizmin, huzursuzluğun, terörün, yapaylıkların, sahte ilişkilerin yaygınlaştığı ve evrenselleştiği günümüzde insanlığın, gösterişten uzak Kur’an’ın ruhuna ve özüne uygun bir yaşam tarzına ve samimi dindarlığa ihtiyacı bulunuyor. Bu nedenle Müslümanların, birey, grup ve cemaat reklamlarından; imaj, güç ve gösterilerinden bir an önce vaz geçip doğruluk, sahicilik ve samimiyete dayalı nitelikli dinî tutum ve davranışlara yönelmeleri gerekiyor.
Talebelik yıllarım, hep yurtlarda geçti. Orta öğretimde kaldığım yurda gelen yardımları dağıtan bir ambar memuru vardı. Babacan tavırlarıyla herkesi memnun etmeye çalışırdı. Bu nedenle de herkes onu çok severdi. Ancak o, gelen yardımları herkese vermez, belirlediği öğrencilere verirdi. Bazı arkadaşlarımıza hiç yardım etmez, bazılarına az, bazılarına daha fazla yardım ederdi. Ben hiç yardım almayanlar arasındaydım. Bir defasında fazla yardım alan arkadaşıma, “Sen nasıl yardım alıyorsun?” dedim. O da bana “Bir tatlı ısmarlarsan söylerim.” dedi. Ben de ısmarlamıştım.
İşin sırrını şöyle açıkladı: Ambar memuru, namaza geldiğinde sağında ya da solunda bulunan arkadaşlarımızı yanına çağırır, onlara yardım edermiş. Bunu hemen hemen herkes bildiği hâlde ben bilmiyordum. Böylece ben de öğrenmiş oldum. Ambar memurunun, cemaatle namaz kılmaya gelmesini bekler oldum. Benim gibi bekleyenler de olduğu için sıra bana ancak bir aya yakın bir çabamdan sonra gelebildi. Beni sağında görünce çağırdı. Odasına gittim. Neye ihtiyacım olduğunu sordu. Ben de ayakkabıya dedim. Ayakkabı numaram 39 veya 40 idi. Giydiğim hiçbir ayakkabı ayağıma uygun değildi. En küçüğü 41 numara idi ve o da ayağıma bol geliyordu. Üzüldüğümü görünce bana bir kart verdi ve tarif ettiği yere gitmemi söyledi.
Tarif ettiği yer, Edirnekapı istikametinden Fatih parkına bakan kısımda kısmen yer altındaki bir ayakkabı dükkânıydı. Önce vitrine baktım; altı kauçuk, kahverengi bir ayakkabıyı gözüme kestirdim. İçeri girdim ve kartı verdim. Dükkân sahibi kartı alınca beğendiğim bir ayakkabı olup olmadığını sordu. Ben de vitrindeki o kahverengi ayakkabıyı gösterdim. O da vitrinden o ayakkabıyı aldı ve bana verdi. Giydim, tam ayağıma göreydi. Bana “Beğendin mi?” dedi. Ben de “Evet.” dedim. “Öyleyse güle gülle kullan.” diyerek beni yolcu etti.
Böyle güzel bir ayakkabıya sahip olduğum için çok mutluydum. Ama bu mutluluğum uzun sürmedi. Bir gece yastığa başımı koyduğumda vicdanımla baş başa kalmıştım. Kendi kendime “Celal sen bir aya yakın kıldığın namazları Allah için mi yoksa ayakkabı için mi kıldın?” dedim. Bu soru beni çok rahatsız etti. Uykularım kaçtı. Uzun süre uyuyamadım. Ne sağa ne de sola dönebiliyordum. Zira ranza gıcırdıyordu. Kimseyi de rahatsız etmek istemiyordum. O gece karar verdim. Ayakkabı için kıldığım o namazları kaza edecektim. Karar verdim ve onu da uyguladım. Sanırım on beş-yirmi gün kadar o namazları tekrar kıldım. Ama sonunu da getiremedim. Belki de bu süre içinde kıldığım namazlar vicdanımı biraz olsun rahatlatmıştı.[12]
[3] Buhârî, Ezân, 36; Zekât, 16.
[8] Ejder Okumuş, Gösterişçi Dindarlık, s.24 Dergipark.org.tr
[9] Nevzat Tarhan, uskudar.edu.tr
[11] Buhârî, Bedʾü’l-vaḥy, 1.
[12] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s.119-120.