USULSÜZ VUSUL OLUR MU?
MAKALE
Paylaş
20.09.2025 20:28
1.754 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

Vusul, bilindiği gibi “ulaşmak, erişmek”, usul ise bir amaca ulaşmak için izlenen doğru  ve düzenli yol, yöntem” demektir. Bunun içindir ki Şeyh Edebali, “İlim bil, irfan bil, söz bil. İkram bil, kural bil, doyum bil. Usul bil, adap bil, sınır bil. Yol bil, yordam bil. Hâl bil, ahvâl bil, gönül bil.”  Tavsiyesinde bulunur.

Şah İsmail Hatâyî ise

“Bir usul bilmez insan elinden
Usul ağlar, erkan ağlar yol ağlar,
Bülbülün figanı gonca gülünden,
Bülbül ağlar diken ağlar gül ağlar,

Usul erkan bilmez nadan elinden.” Diyerek usulsüzlüğün yanlışlığına ve zararlarına dikkat çeker.

Nitekim atalarımız da yaşadıkları acı tecrübelerin ve çektikleri sıkıntıların da etkisiyle olmuş olacak ki “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” sözünü söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir.  Bunun içindir ki “Usul, esasa mukaddemdir /usul, esastan önce gelir” kaidesi,  başta hukuk ve ilim olmak üzere  hayatın her alanında büyük önem arz eder. Dolayısıyla yaptığı işin usulünü bilenler, her zaman başarılı; bilmeyenler ise başarısız olmuşlardır.

Diğer bir ifade ile insan veya bir toplum, istediği ve arzu ettiği bir şeye kavuşamıyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri de o kişinin veya toplumun yapacağı işin  usul ve erkanını  bilmeyişindendir. Çünkü “Usul, bir işin veya bir düşünce sisteminin temelini oluşturan ilke, yöntem ve kralları ifade eder.”  Bu kuralları bilmeyen insan, vasıl olacağı yere giden yolu bilmeyen ve sürekli dolaşıp duran acemi şoföre benzer.  Nitekim yolu bilenle, bilmeyen  bir  olmadığı gibi, yapacağı işi  bilenle bilmeyen de  bir  olmuyor.

Yıllarca önce bir makalede Batı toplumlarının işlerini satranç, Doğu toplumlarının ise tavla oyunu gibi yaptıklarını okumuştum. Makalede kast edilen İslâm toplumlarıydı. O zaman bu ifadenin ne anlama geldiğini pek fark edememiş olacağım ki, yıllar geçtikçe  fark etmeye  başladım  ve bu mukayesenin de yanlış ve abartılı olmadığını anladım. Bu iki oyun arasında ne fark vardı? Bilmiyordum, anlamak istedim ve araştırdım.

Edindiğim bilgiye göre, satrançta oyun kurma vardı, tavlada ise yoktu; atılan zara göre oyun kuruluyordu.  Satranç oyununda oyuncu, maharetine göre birkaç el sonrasını görme ve tahmin edebilme imkânı elde ederken,  bu tavlada  mümkün değildi. Bu iki oyun tarzının bize verdiği mesaj;  hayatını  ilkeli, kurallı, planlı  ve programlı yaşayanlar, her zaman tesadüflere ve rastgele yaşayanlara göre daha başarılı olduğudur. Nitekim Batı’nın başarısı, İslâm aleminin başarısızlığı, acizliği ve perişanlığı da  buradan kaynaklanmaktadır.

İslâm aleminde yaşanan gerçeklik de bunu gösteriyor.  Nitekim İslâm aleminde çoğu Müslümanın deprem ve sel gibi tabiî olgularla veya hastalık gibi sağlık sorunlarıyla karşılaşmadan önce her hangi bir tedbir almadıkları, olabilecek olumsuzlukları önceden  tahmin ederek çözüm aramadıkları, ancak olay meydana geldikten veya iş işten geçtikten sonra çözüm aramaya başladıkları görülüyor. Bunun da nedeni, genelde Müslümanların  okumaya, araştırmaya ve araştırma yöntemlerine olan ilgisizliği ve buna bağlı  bilgisizliği, bilinçsizliği ve basiretsizliğidir. Dolayısıyla da uzun vadeli düşünme yeteneklerinin gelişmemesi, “Bir şey olmaz” anlayışına ve zihniyetine sahip oluşlarındandır.

Her konuda rehber olan Kur’an’ın  bu konuda da bize  rehberlik ettiği görülüyor, ama çoğu Müslüman bunu  bilmiyor. Zira onu anlamak için okumuyor.  Bu nedenle de onun genel muhtevasından ve tenzilinden, yol gösterici ilke ve kurallarından ve verdiği önemli mesajlardan haberdar olamıyor. Anlamak  ve verdiği mesajlardan haberdar olabilmek için anlama usullerini de bilmek gerekiyor. Zira usulsüz bir anlamada, doğru ile yanlışın ayırt edilemediği, çoğu zaman bu tür anlamaların zandan ibaret kaldığı; bunun için  de fıkıh usulü ve tefsir usulü gibi ilim dallarına ihtiyaç duyulduğu ve  bu ilim dallarına göre yapılan anlama faaliyetlerinin  daha doğru  bir anlamaya yardımcı olduğu ve  katkı sunduğu biliniyor.

Verilen mesajlardan Kur’an muhtevasının amaç, tenzilinin ise  araç olduğu  anlaşılıyor. Diğer bir ifade ile  onun muhtevası amaç/vusul ise, onun tenzili de araç/usul anlamına geliyor. Bu usul sayesindedir ki Hz. Peygamber, 23 yıllık süre içinde Kur’an’ın  muhtevasını hayata  yansıtabilmiştir. Şayet Kur’an, parça parça değil de bir kitap olarak indirilseydi, acaba İslâm fertleri ve toplumu bu kadar etkileyebilir miydi?

Kur’an, şayet birden inseydi, ihtiva ettiği hükümler de birden inmiş olacağından yeni Müslüman olacak kimselerin, bu hükümlerle de sorumlu olması zorunlu olacak ve bu da onlara çok zor ve ağır gelebilecekti. Mesela, Müslümanların sayıca az oldukları sırada cihat etmeleri gerekecek ve bu da İslâm’ın daha doğmadan yok olmasına sebep olacaktı. Nitekim Peygamberimiz’ in Bedir Savaşı’nda Cenab-ı Hakk’a, “Sana ibadet eden bir avuç insana yardım etmezsen, sana yeryüzünde ibadet edece hiçbir kimse bulamazsın” diye dua etmesi de bu gerçeği ifade ediyordu. [1]

Ayrıca böyle bir uygulama, tedriç ve kolaylaştırma kaidesine de aykırı olurdu ve bu da İslamiyet’in çabuk yayılmasına engel olabilirdi. Nitekim Buhârî’nin Hz. Aişe’den yaptığı bir rivayette, “Resul’e inen ilk sure mufassal bir sure olarak inmiştir. O surenin içinde cennet ve cehennemin hatırlatılması vardır. İnsanların kalbi İslam’a ısınınca, helal ve harama dair hükümler gelmiştir. Şayet ilk inen ayet, ‘İçki içmeyin!’ olsaydı, mutlaka onlar, ‘biz içkiyi terk etmeyiz!’ derlerdi. Ve yine ‘zina etmeyin!’ denilseydi, yine onlar, ‘biz zinayı asla bırakmayız!’ derlerdi”. [2]  Sözü, bu usulü/ tedriciliği anlatmaktadır.

Cahiliye döneminde Araplar, tamamen maddeci bir hayat yaşamakta, hatta manayı da maddede aramakta idiler. Yani manası da maddeden ibaretti. Böyle bir yaşayış ve anlayış için de olan Arap toplumu, nazil olan ayetlerin mefhumlarını tam anlamıyla kavrayamıyorlardı.  Çünkü zihniyetleri ve önyargıları bunu kavrayacak bir yapıda değildi. Kur’an-ı Kerim, onların içine düştükleri maddî hayat, maddî düşünce ve maddî Allah telakkisi ve tasavvurundan kurtarmak için öyle bir usul ve öyle bir üslupla geldi ki yirmi üç sene gibi çok kısa bir sürede şartlanmış bir toplumu, düştüğü bataklıktan kurtarıverdi.

Kur’an’ın getirdiği ve Hz. Peygamber’in de uyguladığı bu yöntem, maalesef  tenzil sonrası dönemlerde dikkate alınmadı, dolayısıyla Kur’an bütünlüğünü hedefleyen bir düşünme ve anlama yöntemi yerine, ideolojilere dayalı bir anlama usulü tercih edildi, bu usulle  yapılan  Kur’an’ı anlama, bütünlükten yoksun parçacı bir anlayış ve yaklaşımla topluma yansıtıldı. Dolayısıyla bu durum, farklı farklı din yorumları ve   algıları oluşturdu.

Nitekim günümüzde bu algıya bağlı olarak gelişen dindarlık anlayışı ve zihniyeti  ile çoğu Müslümanın, bir taraftan  ibadetlerini ihmal etmeme; Cuma günleri mesaj atma ve Cuma  ve bayram namazlarını terk etmeme; kandil gecelerini ihya etme, bayram ziyaretlerine önem verme gibi ritüellere  azamî özen ve ihtimamı  gösterirken; diğer  taraftan  da  şahsî çıkarları ve  maddî menfaatleri için yalan konuştukları, insanları  aldatmada  sakınca  görmedikleri, nefsanî arzu ve isteklerine  boyun  eğdikleri,  hatta nefislerini tanrılaştırdıkları  ve bu nedenle de  rahatlıkla  haram işledikleri ve kul hakkı  yedikleri görülmektedir.

Bu zihniyete sahip kimi Müslüman da ikiyüzlülüğü, riyakârlığı ve gösterişi bir meziyet olarak algıladı, dinî kuralların şekline önem verdi, ama onun ruhunu yansıtan adalet, merhamet, doğruluk, dürüstlük, emanete riayet gibi ahlâkî değerleri önemsemedi ya da önemsemez göründü. Dolayısıyla bu kişiler, Kur’an’ın ruhundan ve özünden uzak, helal ve haram; doğru-yanlış; güzel-çirkin, iyi kötü ve dengele-i dengesiz ayırımı yapmayan seküler bir hayatı benimsedi.  Bu da yıllar önce Ömer Hayyam’ın,

“Bir elde kadeh, bir elde Kuran;

Bir helâldir işimiz, bir haram.

Şu yarım yamalak dünyada

Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman!” [3] diyerek hicvettiği bir Müslüman tipini oluşturdu.

Neticede Kur’an bütünlüğünü ve muhtevasını yansıtmayan usulsüz anlama faaliyetlerinin, Müslümanları  birlik ve  beraberliğe götürmediği, hatta parçaladığı ve  tefrikaya düşürdüğü, dolayısıyla onları acizlik ve çaresizlikten;  adaletsizlikten; çıkarlarını  her şeyin önüne koymaktan; kul hakkı yemekten, kısaca  haramlardan kurtararak  takvalı bir  dinî hayata  ulaştıramadığı görülüyor.



[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, tarihsiz, 2/279.

[2] Buhârî, Sahîh, Fezâilü’l-Kur’ân, 6.

[3] Ömer Hayyam, Dörtlükler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul 2015, s. 31.

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya