“93 yaşındaki bir adam, hastalığı için yatırıldığı hastanede bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra taburcu edilir. Hastaneden çıkışı yapılırken, ondan solunum cihazını kullanma bedeli de istenir. Bu sözü duyan yaşlı adam, ağlamaya başlar. Doktoru, onun fatura yüzünden ağladığını düşünmüş olacak ki ağlamaması için onu teselli etmeye çalışır. Bunun üzerine yaşlı adam, doktora şöyle der:
Ben ödemem gereken para için ağlamıyorum. Tüm masrafları ödeyebilirim, benim için sorun değil. Siz benden solunum cihazı kullanma parasını isteyince birden aklıma şunlar geldi: Ben 93 yıldır Allah’ın havasını soluyorum ve O’na bir kuruş bile ödemedim. Bunun için ağlıyorum. Siz benden hastanenin solunum cihazını bir günlüğüne kullandığım için benden 500 euro istediniz. Buna göre benim Allah’a ne kadar borcum var biliyor musunuz? Daha önce bunun için Allaha hiç teşekkür etmemiştim. Ağrısız ve hastalıksız olarak havayı özgürce soluyan kimse de bunu düşünmüyor ve bu hayatı ciddiye almıyor. Sadece hastaneye gelen ve solunum cihazını kullananlardan para alınıyor. Her gün nefes alıp, nefes veriyoruz, ama Allah’a hiçbir ücret ödemiyoruz. Zaten O da bizden bir ücret istemiyor, ama bir teşekkür bekliyor, fakat biz onu bile ihmal ediyoruz Şimdi anlıyorum ki Allah’a sayısız teşekkür borçluyum ve şimdi O’na geç de olsa sonsuz şükürler ediyorum!”
Ben bu hikâyeyi bir WhatsApp grubundaki paylaşımda okudum. İşte o zaman 1960’lı yıllarda dersimize gelen Farsça hocamızın okuttuğu Sadi Şirazi’nin “Gülistan” atlı kitabında yer alan, “İnsanın bir nefesinde iki şükür vardır. Biri yaşamak için temiz havayı alırken yapılması gereken şükür, diğeri de içimizde kirlenen havayı dışarı verirken lazım gelen şükür” sözünü hatırladım, bir de astım hastası olan babamın, nefes almada zorlandığı için aylarca oksijen tüpüyle yaşamasını ve birkaç yıl önce Covit 19’a yakalanarak ağırlaşan hastaların nefes alıp vermede çektikleri ıstırabı. Bu, nefes alıp vermenin sağlığımız için ne kadar önemli gerekli olduğunu gözlerimizin önüne seriyor, ama biz bunun farkında olamıyoruz. Şayet Şirazi’nin dediği gibi nefes alıp vermede iki şükür gerekli ise insanoğlu, nefes alıp verme de dahil Allah Teâlâ’nın insana verdiği sayısız nimetler için ne kadar şükretmesi gerekiyor ki O’na karşı minnet borcunu ödeyebilsin?
Şükür/teşekkür, “Yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatma” olduğunu biliyoruz. Diğer bir ifade ile şükür, iyilik yapana minnet duyma, anlamına geliyor ve bu minneti duyana da “şâkir/ şükreden” deniliyor. Minnet ise “Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma” veya “görülen iyiliğe karşı teşekkürde bulunmayı” ifade ediyor. Hz. Peygamber’in de bu konuda şöyle dediği naklediliyor:
“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.” [1]
“Allah’a şükretmeyen, insanlara da teşekkür etmez; insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez. Allah’ın nimetini her zaman anmak şükür, bunu terk etmek ise nankörlüktür.” [2] Ayrıca minnet kavramında, “yapılan iyiliği başa kakma” anlamı da bulunuyor ve bu anlam da Kur’an’da söyle ifade ediliyor:
“(Bedeviler) Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: “Müslümanlığınızı başıma kakmayınız. Bilakis, eğer doğru söyleyenlerden iseniz, imana eriştirdiği için Allah sizi minnet altında bırakır.” [3]
Bilimsel araştırmaların görüşlerini bir tarafa bırakıp sadece insanlar arasındaki ilişkilere bakarak bu konuda bir fikir elde edebileceğimizi düşünenlerdenim. Nitekim yaptığım gözlemlerden elde ettiğim sonuç şöyle: Bir insan,- bu bir bilim adamı da olabilir veya bir başkası da fark etmiyor- şayet bir hata ve kusur işlemişse, tenkitten hakarete kadar varan bir eleştiri yağmuruna tutulduğu; şayet güzel bir iş yapmış veya bir konuda başarılı olmuş ise -istisnalar hariç- çoğu kimsenin onu takdir etmediği gibi teşekkür etmeye de yanaşmadığı; daha açık bir ifade ile bu kimselerin, tenkit ve hakarette çok cömert, takdir ve teşekkür de ise çok cimri oldukları görülüyor. Bu da ister istemez insanın aklına haset duygusunu getiriyor.
Konu Allah’a teşekkür etmeye gelince bu durum, biraz daha karmaşık bir görünüm arz ediyor. Zira konunun bir değil, birden çok sebebi bulunuyor. Bu sebeplerden ilki, günümüz insanının doyumsuzluğu, elindekilerle yetinmemesi ve daha fazlasını istemesi ve en önemlisi de sahip olduklarını, sanki kendi gücüyle kazanmış gibi bir halet-i ruhiye içinde olmasıdır. Bu konuda Kur’an bize şu mesajı veriyor:
“(O gün savaşta) onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığında da sen atmadın, Allah attı. Bu, Allah tarafından inananları, güzel bir sınavla denemek içindir. Muhakkak ki Allah Semî’dir, Alîm’dir” [4]
Bedir savaşı sonrasında bazı sahabenin bu savaşı kendi aralarında anlatırken “Ben filân filânı öldürdüm, ben şöyle şöyle yaptım” gibi konuşmalarla kendilerini övmeleri ve Allah’ın bu savaşta onlara yaptığı yardımları ve iradesini görmemezlikten gelerek kazanılan zaferi sadece kendilerine ait kılmaları üzerine nazil olduğu nakledilmektedir.[5] Ayette geçen “Sen atmadın Allah attı” ifadesi ise gösterilen irade ve gayretinin ötesinde ilahî bir iradenin de bulunduğunu, dolayısıyla bu savaşı sadece onların kendi güçleriyle kazanmadıklarını onlara hatırlatmaya yöneliktir. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi kimi insan da başarısını sadece kendi emeğine bağlamakta, Allah’ın lütfunu unutmakta; “Rabbim nasip etti” diyeceği yerde, “Ben yaptım” diyebilmektedir. Bunun tipik bir örneği Karun’dur. Kur’an, onun bu duygusunu, “Karun, “Bu (servet) bana bendeki bilimden/bilgiden dolayı verilmiştir” demişti.” [6] Sözüyle açıklar. Bu da Allah’tan müstağni olmanın, [7] dolayısıyla da Allah’a şükretmemenin bir gerekçesi olmaktadır.
İkinci olarak çoğu insan, sahip oldukları nimetin farkında değil. Gözleri görüyor; kulakları işitiyor; kalpleri atıyor; nefes alıp veriyor; yiyor, içiyor, uyuyor ve uyanıyor, ama bunları olağan sayıyor. Bir an için bile bu nimetlerden biri eksilse, o insanın dünyası başına yıkılıyor. Bu da sahip olunan nimetlerin farkında olunmadığını/olunamadığını, hatta görmemezlikten gelindiğini gösteriyor. Ne var ki insanoğlu, sahip oldukları nimetlere alışıyor ve bu nedenle de verilen nimet, sıradanlaşıyor; nimetin sıradanlaşması da şükrü unutturuyor.
Bu konuda Hz. Peygamber de şöyle bir uyarıda bulunuyor: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin. Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyet gelmeden önce boş zamanın, İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, Fakirlik gelmeden önce zenginliğin…” [8]
Üçüncüsü doyumsuzluk çağında yaşıyoruz. Reklamlar, sosyal medya, tüketim kültürü bizi sürekli daha fazlasını istemeye itiyor. Günümüzün insanı, tarihin hiçbir döneminde insanlığın sahip olmadığı kadar çok şeye sahip olduğu halde, mutlu ve huzurlu değil. Zira bu insan, mutluluğu, sahip olduklarında değil, sahip olmak istediklerinde arıyor. Bu nedenle de sürekli kendi hayat tarzı ile başkalarının hayat tarzını mukayese etmekle meşgul oluyor. Kimin daha iyi arabası, kimin daha güzel evi, kimin daha çok takipçisi var, bunları düşünüyor ve hayatını, bir yarışa dönüştürüyor, sonuçta bu yarışı, hiç kimse kazanmıyor, bu da insanın kendisini eksik hissetmesine sebep oluyor, dolayısıyla bu eksiklik duygusu da ona şükretmeyi unutturuyor.
Dördüncü olarak insanoğlu, hayatın düz bir çizgide gitmediğini; inişli ve çıkışlı bir seyir takip ettiğini ve bunun da bir imtihan olduğunu unutuyor ve bu nedenle başına gelen bazı tatsız ve olumsuz olaylar karşısında sabretmiyor, isyana kapılıyor. Dolayısıyla sıkıntının bir imtihan, sabrın da bir şükür olduğunu düşünmüyor veya bilmiyor. Bu da onun şükrünü engelliyor.[9]
Bu insan, “Andolsun, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele.” [10] Ayetini bilseydi veya bu ayetin verdiği mesajı dikkate alsaydı, Allah’a isyan etmeyecek, haline sabredecek ve bunun de bir çeşit şükür olduğunu idrak edecekti. Bu da şükrün sadece dil ile olmadığını, aynı zamanda sabrın ve verilen nimetin, yerli yerinde kullanılmasının da bir şükür olduğunu gösteriyor.
Sağlığı, iyilikte ve hayırda kullanmanın; malı ihtiyaç sahibiyle bölüşmenin ve bilgiyi paylaşmanın da bir şükür olduğunu unutmamak gerekiyor. Nitekim bu anlayışın bazı eserlerde de yansıtıldığını görüyoruz. Celaleddin Suyutî’ nin yazdığı “Kitabu’t Tehaddüs bi Ni’meti’llah/ Allah’ın Nimetini Anlatma Kitabı” adlı eser, bunun bir örneğini teşkil ediyor. O, otobiyografi türünde olan eserinin ön sözünde, yazdığı bütün eserlerin Allah’ın bir lütfu olduğunu ve “Rabbinin nimetini anlat” [11] ayetinden ilham alarak kitabına bu adı verdiğini ve bunun da tahdis-i nimet anlamın da bir “şükür” nişanesi olduğunu ifade ediyor.
Sonuçta Allah’a şükreden insan, O’na minnet borcunu ödemiş bir kul olarak hem huzurlu bir hayata kavuşmuş, hem de iç dünyasında bir denge kurmuş oluyor. Zira hayatını dengeli yaşayan ve şükreden insanın gönlü genişlemekte; sahip olamadıklarını düşünüp hüzünlü olarak yaşama yerine sahip olduklarıyla yetinerek huzur bulmaktadır.
Ne var ki günümüzün insanı, sahip olduklarının minnettarlığını değil, sahip olamadıklarının memnuniyetsizliğini yaşıyor ve abartıyor. Zira çoğu insan, ihtirasla sahip olduklarından daha fazlasını istiyor, dolayısıyla da bir doyumsuzluk duygusu yaşıyor. Oysa Yüce Rabbimiz, “Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz muhakkak ki azabım pek şiddetlidir.” [12] [12] sözü ile bu konuda kullarını uyarıyor ve şükretmenin azı, çoğaltacağını; nankörl üğün ise çoğu, eksilteceğini haber veriyor.
[5] Kurtubî, el-Camiu li Ahkam’il Kur’an, Beyrut 1965, 7/384.
[9] CharGPT’den de yararlanılmıştır.
[11] Duha İbrahim, 14/7.,93/11.