Kur’an tasavvuru konusunda genellikle Müslümanların, kafalarının bir hayli karışık olduğu anlaşılıyor. Nitekim Muş Alparslan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 7-9 Kasım 2025 tarihleri arasında gerçekleştirilen ve altmışın üzerinde bilim adamının katıldığı üçüncü “Kur’an Mealleri Sempozyumu” nda sunulan bazı tebliğlerden bu karışıklığın, devam ettiğini bir kere daha müşahede ettim. Nitekim kahir ekseriyetini dinlediğim ve istifade ettiğim bu tebliğlerden, bazı meal yazarlarının Kur’an’la ilgili ciddî tasavvur sorunları yaşadığını ve kafalarının bir hayli karışık olduğunu da anladım. Bu nedenle de “Kur’an nedir, ne değildir?” sorusuna bir cevap aranması gerektiğini düşündüm.
Tasavvur, “bir nesnenin, olayın veya kavramın zihinde oluşan temsili” olarak tanımlanır ve hem bireyin, hem toplumun düşünce dünyasının temelini oluşturur. Zira bir şeyi nasıl tasavvur ediyorsak, onu öyle anlar, öyle yaşarız. Bu yüzden dinî ve ahlâkî alanlarda doğru bir tasavvur, doğru bir anlayışın da kapısını açar, sonra bu anlayış, eylemlere dönüşür. Bu yönüyle tasavvur, bilginin ilk merhalesini teşkil eder. İnsan, önce bir kavramı tasavvur eder, sonra da onu isterse eyleme dönüştürür. Bu nedenle tasavvurlar, insan hayatında önemli bir konuma sahiptir. Zira tasavvurlar, duygusal, aklî ve dinî çeşitleri ile düşünce hayatının vaz geçilmez unsurlarıdır. Dolayısıyla tasavvurların, özellikle dinî tasavvurların, insan hayatında ayrı bir yeri ve değeri söz konusudur.
Kur’an tasavvuru, insanın Kur’an’ı nasıl anladığını, zihin dünyasında nasıl konumlandırdığını ve onunla nasıl bir ilişki kurduğunu ifade eder. Başka bir deyişle bu tasavvur, Kur’an’ı zihin dünyamızda nasıl tasarladığımız ve ona hangi anlamı yüklediğimizle ilgilidir. Bu nedenle Kur’an tasavvuru, Müslümanın İslâm’ı doğru anlama ve yaşamasında en önemli tasavvur çeşidini ifade eder. Zira Müslümanın doğru bir Allah, peygamber ve din anlayışına sahip olması ve bu anlayışın da hayata yansıtılması için doğru bir Kur’an tasavvuruna ihtiyaç bulunuyor. Çünkü bu tasavvur, Müslüman bireylerin ve toplumların Kur’an’ı nasıl anladıklarını, ona nasıl yaklaştıklarını ve hayata nasıl yansıttıklarını gösterir. Nitekim tarih boyunca bu tasavvurun, toplumsal şartlara, düşünce akımlarına ve bilgi anlayışlarına göre farklı biçimlerde şekillenmiş olması, bunun bir göstergesidir.
Kimine göre Kur’an, bir hukuk metni; kimine göre bir anayasa; kimine göre inanç ilkelerinin özeti, kimine göre de manevî bir derinlik kaynağıdır. Bu farklı yaklaşımların oluşmasının en önemli sebebi ise Müslümanın sahip olduğu “Kur’an tasavvuru” dur. Bu nedenle Kur’an tasavvurunun, sadece teolojik bir konu olarak zihinlerde kalmadığı, aynı zamanda kültürel, ahlâkî ve toplumsal bir mesele haline geldiğini de göstermektedir. Çünkü her hangi bir bireyin veya bir toplumun Kur’an’a bakışı, o toplumun din anlayışını ve hayat tarzını da belirlemektedir.
Sahabe ve Tabiîn döneminde Kur’an, hayata doğrudan yön veren bir mesaj olarak görülüyordu. Müslümanlar Kur’an’ı hem okuyup anlamaya hem de yaşamaya çalışıyorlardı. Ayetler, bu şekilde günlük hayatın içinde anlam kazanıyordu. Bu dönemin Kur’an tasavvuru, sadece “okunan değil”, aynı zamanda “yaşanan kitap” anlayışına dayanıyordu.
Fetihlerle Müslümanlar yeni yeni kültürlerle tanışıp da İslam düşüncesi geliştikçe Kur’an’a yaklaşım tarzında da bir değişim oldu ve sistematik bir yaklaşıma dönüştü. Önce kelamcılar, Kur’an’ın mahiyetini tartıştılar ve “Allah’ın kelamı yaratılmış mıdır, ezelî midir, değil midir?” sorusu etrafında şekillenen bu tartışmalar, yıllarca Müslümanların zihnini meşgul etti, nice bilim insanları bu tartışmalar yüzünden zulüm gördü ve hapislerde çürüdü.
Fakihler ise Kur’an’ı, şer’î hükümlerin kaynağı olarak gördüler ve insan davranışlarını düzenleyen ilahî bir yasa kitabı; helal-haram, farz-haram-mübah-mekruh ve mendup gibi hüküm kategorilerinin temel kaynağı olarak algıladılar. Onların tasavvurunda Kur’an, iman eden bireyin hayatını düzenleyen pratik bir rehber olarak yer aldı.
Sûfî tasavvurunda Kur’an’ın, zâhirî/dış anlamından da öte bâtınî/içsel anlamlar taşıdığı ve bu tasavvurun fakihlerden ve kelamcılardan oldukça farklılık arz ettiği görülür. Zira sûfîler, Kur’an’ı sadece “hüküm” veya inanç esaslarını bildiren bir metin olarak değil, aynı zamanda manevî hakikatlerin de içinde yer aldığı bir kitap olarak anladılar. Onlara göre Kur’an, insanın kalbine hitap eden, marifet ve hakikat kapılarını açan bir rehberdir ve bu nedenle de Kur’an’ın “okunması” kadar “keşfedilmesi” de önem arz etmektedir.
Modern çağda ise farklı Kur’an tasavvurlarının oluştuğu görülmektedir. Nitekim kimi Müslüman düşünürler, Kur’an’ı, çeşitli ilmî ve felsefi görüşlerin istihraç edildiği bir kitap olarak tasavvur ederken; kimi düşünürler de evrensel değere sahip olan bir kitap olarak algıladılar. Kimi düşünürlere göre Kur’an, bazı evrensel değerlere sahip olsa da aynı zamanda içinde tarihsel hükümlerin de yer aldığı bir kitaptır. Kimilerine göre de Kur’an, Şamanlık’ tan reenkarnasyona, ruh çağırmalardan astrolojiye ve enerjiye varıncaya kadar onlarca çeşidi içeren spiritüalist bir kitaptır. Bu da ortak bir Kur’an tasavvurunun olmadığını veya oluşturulamadığını gösteriyor. Bu nedenle doğru bir Kur’an tasavvurunun oluşabilmesi/ oluşturulabilesi için en azından şu sorulara bir cevap aranması gerekmektedir: Kur’an nedir, ne değildir?
Kur’an, bir din kitabı mı, bilgi kitabı mı, bilgi kaynağı mı, bir ansiklopedi mi? Kur’ân bir fıkıh kitabı, bir kelâm kitabı, bir ahlâk kitabı, bir tarih kitabı, bir dinler tarihi kitabı, bir tasavvuf kitabı, bir bilim kitabı, bir edebiyat, bir dil kitabı mıdır? Yoksa bu ve benzeri bilim dallarına ilişkin az veya çok bazı bilgilerin de kendisinde yer aldığı bir hidâyet kitabı mıdır? Nitekim klasik düşüncede Kur’an’ın; “Allah’ın Cebrâil aracılığıyla Hz. Muhammed’e Arapça olarak vahyettiği, mushaflarda yazılıp bize kadar tevâtür yoluyla aktarılan ve okunmasıyla ibadet edilen ilahi kelam” olarak tanımlandığı görülmektedir. Bu da Kur’an’ın, hem lafzı hem manası itibarıyla ilahî olduğunu göstermektedir.
Diğer bir ifade ile Kur’an, insan sözü değil, doğrudan Allah’ın bir hitabıdır. Bu niteliği ile de o, diğer beşerî metinlerden ayrılmaktadır. Dolayısıyla Kur’an, insan sözü değildir ve daha da önemlisi bazılarının iddia ettiği gibi Hz. Muhammed’in kendi düşüncelerinin ürünü de değildir. Zira Hz. Muhammed’in görevi, vahyi almak ve aldığı vahiyleri tebliğ ve tebyîn etmektir. Bu nedenle Kur’an, ilahi bir otoriteye dayanır.
Kur’an, bir tarih kitabı değildir ama içinde geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssaları bulunur. O, bir fıkıh kitabı da değildir, ama içinde fıkıhla ilgili bilgiler de yer almaktadır. O, bir kelam kitabı değildir, ama içinde kelamla ilgili bilgilerin de yer aldığı görülür. O, bir tasavvuf kitabı da değildir, ama ahlâkî kuralların da yer aldığı bir kitaptır. O, bir bilim kitabı da değildir, ama araç değerler olarak yaratılıştan ve tabiat olaylarından da bahseder. Bunun da amacı, insanları Allah’ın kudretini fark etmeye yöneltmek ve onların bu konulara da dikkatini çekmek içindir. Kur’an, mezhep veya ideoloji kitabı olmadığı gibi, belli bir grubun veya anlayışın da kitabı değildir.
Bu nedenle Kur’an’da yer alan bu bilgilerin bir tasnifi yoktur; bunların tasnifi, adları tanımları ve yorumları bilim insanlarına aittir. Zira Kur’an, evrensel bir hitaptır ve tevhid ilkesi etrafında insanları birleştirmeyi ve getirdiği ilke ve kurallarla toplumsal hayatı inşa etmeyi hedefler. Bu nedenle o, sadece bir inanç objesi değil, aynı zamanda inanan, düşünen ve kalbini ona açan insana yol gösteren ve onu iç huzura ve kurtuluşa yönlendiren, kısaca insanı manevî olarak dönüştüren bir bilgi objesidir. Bu da Kur’an’ın temel misyonlarından biridir ve Müslümanı âtıl (pasif, etkisiz) bir durumdan kurtarıp, aktif bir mükemmelliğe; bir başka ifade ile onu durağan veya parçacı bir hayattan, bütüncül ve dengeli bir hayata yönlendirmeyi hedeflemektedir.
Kur’an’ın bilgi objesi oluşu, onun hayat kitabı oluşuyla alakalıdır ve bu nedenle onda, hayatın her alanına yönelik bilgilerin ve mesajların bulunduğu görülür. Bir başka ifade ile bu ilahî mesajın kuşatıcı boyutunu; insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine dair verilen bilgiler belirler. Bu bilgilerin bir kısmı, olaylara ve olgulara; bir kısmı da ilke ve kurallara yöneliktir. Olaylara ve olgulara yönelik bilgiler ise bilimsel formüller ve terimlerle sunulmaz, kendine özgü bir üslupla/Kur’an dili ile sunulur. Bu bilgiler de genellikle ilke ve kurallara yönelik bilgiler için malzeme niteliğini taşır. Bu nedenle bazı yorumcuların, Kur’an’da yer alan kural ve ilkeleri, amaç değerler; olaylar ve olgularla ilgili bilgileri ise, araç değerler olarak algılanıp açıkladıkları görülür.
Kur’an’ın bu muhtevasına rağmen onunla ilgili birçok iddianın da ortaya atıldığı bilinen bir olgudur. Özellikle bazı oryantalistler ve İslam karşıtı düşünürlerin, Kur’an’ın ilahî değil, Hz. Muhammed’in kendi derin düşüncelerinin ürünü olduğu, dolayısıyla vahiy olmadığı; Kur’an’da yer alan Peygamber kıssalarının Tevrat ve İncil’den alındığı; onda bilimsel ve bilgisel yanlışlıkların olduğu; Kur’an’ın zaman içinde değiştirildiği, edebî mucize olmadığı, sadece Arapça bilenlerin etkilenebileceği bir metin olduğu; kadın-erkek ilişkileri, ceza hükümleri ve kölelik gibi konularda Kur’an’ın çağ dışı kaldığı gibi indî, afakî görüşleri ve mesnetsiz iddiaları, ileri sürdükleri görülmektedir. Bu iddialardan bazılarını, oryantalistlerin etkisinde kalan ve Müslüman kimliği taşıyan bilim insanları tarafından da dile getirildiği bilinmektedir.
Nitekim bu iddialara pek çok bilim adamı ve düşünür, değişik zamanlarda ve dönemlerde gereken cevapları vermiş ve vermeye de devam etmektedir. Verilen bu cevaplardan, Kur’an’la ilgili bu iddiaların gerçeklerle bir ilişkisinin olmadığı, zira doğru bilgilere ve sağlam belgelere dayanmadığı; ileri sürülen iddialara bilimsellikten uzak, ideolojik ve tarafgir bir bakış açısıyla yaklaşıldığı; bazı iddiaların gerçeği yansıtmayan zayıf rivayetlere dayanılarak yapılan spekülatif yorumlardan ve zanlardan ibaret olduğu ve bunların da müdellel delillerle ret edildiği görülmektedir. Bu nedenle Kur’an tasavvuru konusunda zihinlerin durulması; doğru bir peygamber ve din anlayışı için gereklilikten de öte bir zorunluluk arz etmektedir.