Ayıplama, “İnsanın veya toplumun kabul ettiği ahlâkî, dinî ya da kültürel normlara aykırı görülen davranışları kınamasını” ifade eder. Nitekim ayıplamanın, tarihi süreç içinde toplumsal düzenin ve ahlâkî ilkelerin korunması açısından önemli bir fonksiyon icra ettiği ve bu fonksiyonun da doğrudan utanma duygusu ile bir ilişkisinin bulunduğu bilinmektedir. Ne var ki bireysel, toplumsal ve dinî- ahlâkî temellere dayanan ve genellikle de olumlu sonuçlar elde edilen ayıplamanın, modernleşme ve sekülerleşme ile birlikte yavaş yavaş etkisini yitirmeye başladığı görülmektedir. Nitekim bu süreçte bireysellik, özgürlük ve öznellik kavramlarının öne çıkartılması; “herkesin hayatı kendine”; “fazla hassas”, “bana göre doğru” vs. gibi anlayışlarının gelişmesiyle ayıplama mekanizmasın devre dışı bırakılması ve ifade özgürlüğü gerekçesiyle de ayıplamanın baskı altına alınması; ahlâkî olmayan davranışların normalleşmesine, ahlâkî relativizmin yaygınlaşmasına ve ortak değerlerin çözülmesine zemin oluşturmuştur.
İslâm’ın ise fıtrî olan bu beşerî duygudan hariç “emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” ilkesini de getirerek ayrıca bir dış denetim mekanizmasını daha devreye soktuğu bilinmektedir. Nitekim bu ilke, Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [1] ayeti ile ifade edilmekte; Hz. Peygamber’in de bu ayetin anlamına paralel olarak “Bir kötülük gören kişi, onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin, ki bu da imanın en zayıf derecesidir.” [2] Dediği de rivayet edilmektedir.
Ancak İslâm, bu emir icra edilirken, insan onurunun korunmasını; küçük düşürücü ve teşhir edici tutumlardan kaçınılmasını da istemektedir. Zira İslâm’a göre kötülüğü engellemenin amacı, teşhir etmek değil, ıslah etmektir, bu nedenle de İslâm, tecessüs etmeyi yasaklamıştır. Daha açık bir ifade ile ayıplama ve emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münkerin, faydalı olabilmesi için Kur’an’ın koyduğu ilkelere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına aykırı olmaması icap etmektedir.
Bu ilkeler de şahıslardan ziyade eylemlerin ve davranışların ayıplanması, ayıplanan kişinin küçük düşürülmemesi; kırıcı, aşağılayıcı ve alaycı bir üsluptan kaçınılması; mahremiyete özen gösterilmesi, kınamada ölçülü olunması ve asla aşırılığa kaçılmamasıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın da Hz. Musa ve Hz. Harun’a “Ona (Fravun’a) yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır veya korkar.” [3] Diyerek tavsiyede bulunması bize de verilmiş olan önemli bir mesajdır. Buna ilaveten Kur’an, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav.” [4] sözüyle de kötülüğe karşı iyilikte bulunmayı, ilkeli bir tavır olarak ön görmekte ve bunun da güzel öğüt ve hikmetle yapılmasını istemektedir:
“Ey Peygamber!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Muhakkak ki Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” [5]
“(Ey Peygamber!) Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları affet, onlar için bağışlanma dile ve iş(ler)inde onlarla istişare et/danış, eğer karar verirsen hemen Allah’a güvenip dayan . Muhakkak ki Allah kendine güvenip dayananları sever” [6]. Ayetleri ile de bu ilkeye bir açıklık getirmekte ve Hz. Peygamber’in tutum ve davranışımı da bize örnek olarak vermektedir.
Utanma duygusu ise “insanın kendi davranışını ve düşüncesini vicdanına aykırı gördüğünde yaşadığı derunî rahatsızlık ve mahcubiyet hissi” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla ayıplama, dış denetime yönelik olduğu halde, utanma iç denetime yöneliktir. Bu da utanmanın insanın iç dünyasında gelişen ve zamanla vicdanı besleyen bir duygu olduğunu göstermektedir. Zira utanma, insanın kendini denetlemesini, hatalarını fark etmesini, empati yapmasını ve sorumluluk bilinci kazanmasını sağlayan önemli bir duygudur.
Ahlâkî bir tavrı gösteren utanma duygusu, geleneksel toplumlarda güçlü bir denetim aracı iken maalesef modern toplumlarda, sekülerizmin gelişmesi, mahremiyet algısının giderek kaybolması, teşhirciliğin yaygınlaşması; tüketim kültürünün teşvik edilmesi ve özel alanların sosyal medya vasıtasıyla görünür hâle gelmesi, bu duyguyu zayıflatmış, hatta yok denecek bir seviyeye düşürmüştür. Bu da yüzsüzlüğü ve vurdumduymazlığı artıran bir etken olmuştur. Bu konuda peygamberimizin şu sözleri dikkat çekicidir: “Hayâ, imandandır.” [7] “Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.” [8] “Eğer utanmıyorsan istediğini yapabilirsin.” [9]
Peygamberimiz bu sözleri ile hayanın insan hayatında önemli bir iç denetim mekanizması olduğunu açıklamaktadır. Bu nedenle haya, asla zayıflatılmaması ve baskı altına alınmaması gereken bir duygudur. Zira utanma, insanı incitmeden olgunlaştıran; toplumu sessiz ama etkili bir şekilde ayakta tutan ve doğru bir zeminde yaşandığında vicdanı da diri tutan güçlü bir duygudur. Bu nedenle yapmamız gereken şey, utanmayı bastırmak veya yok saymak değil; onu merhamet, bilinç ve hikmetle inşa edebilmektir.
Nitekim Nurettin Topçu da bu duygu ile ilgili olarak şunları yazar: “Bu duygu, sayesinde insan hem kendi onurunu korur hem de başkalarının onuruna saygı duyar. En çok utanmasını bilen kimse, kendi ruhuna en fazla saygı duyandır. İnsanlara karşı sevgi besleyen kimse onların onurunu kırmaktan utanır. Utanmayan kimse sevgi ve insanlık değeri gibi kıymetlerden yoksundur.
Utanma duyguları zayıflayan bireyler, kendi ruhlarında değerler aramadıkları için başkalarının ruh değerlerini kolayca çiğnerler. İnsanın ahlâkî olgunluğuna katkıda bulunan utanma duygusunu yok etmek, kişinin bencilleşmesine, empati yoksunluğuna, sorumsuzluğuna sebep olur. Utanma duygusu az olan ya da olmayan kimseler, genellikle anti sosyaldirler. Toplumsal kurallara uymazlar, sosyal sınırları çiğnerler. Sergiledikleri bu tür davranışlar kişiliklerinin bir parçası olduğu için vicdanî kaygı duymazlar”.[10]
Andrey Tarkovski’nin yaptığı “Solaris” filminde geçen replikte, İngmar Bergman’a “Gidişat çok kötü, dünya nasıl kurtulacak?” diye sorulur, o da “Utanç” der ve devam eder: “Dünyayı bir tek utanan insanlar kurtarabilir”. Çünkü utanmak, “kibir” denilen büyük günahın panzehiridir ve daha da önemlisi yalanın, iftiranın, hırsızlığın, pişkinliğin, arsızlığın, kısaca her türlü ahlaksızlığın önündeki en büyük engeldir.
Nitekim yaptıkları ahlaksızlık, hayasızlık ve çirkefliklerden utanmayan kişilerin, fert ve toplum tarafından yeterince ayıplanmayışı, maalesef utanma duygusunu zayıflatmakta, vicdanî muhasebe yeteneğini köreltmekte; öz denetim gibi ahlâkî yetilerin aşınmasına sebep olmakta ve vurdumduymazlığın ve ahlâkî duyarsızlığın sıradanlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle günümüzde ayıplayan bir toluma ve utanan insanlara her zamankinden daha fazla muhtacız!
[10] Nurettin Topçu, Ahlâk, İstanbul 2005, s. 44.