Ortak bir fikir, inanç ve amaç etrafında geçici olarak bir araya gelen, genellikle düşünmeden sürüklenen insan topluluğuna kitle; ortak bir dil, tarih, kültür, vatan ve çoğu zaman din birliğiyle birbirine bağlı, siyasi bir varlık hâline gelmiş topluluğa millet ve aynı inanç sistemi içinde, yani aynı dine mensup olan insanların oluşturduğu manevî topluluğa da ümmet deniliyor.
Kitlede duygu ve etki bağlayıcı bir unsur olurken; millette ise bağlayıcı unsur, kültür ve tarih bilinci olmaktadır. Bu nedenle millet, sosyolojik açıdan “kendi kimliğinin farkında olan, ortak bir geçmişi bulunan ve gelecek bilinci taşıyan topluluk” anlamında kullanılmaktadır. Dinî bir kavram olarak millet, “inanç sitemi, yol” demektir. Terimsel olarak da “Millet-i İbrâhîm” [1] de olduğu gibi, “peygambere nispet edilen inanç sistemini” ifade eder.
Ümmette ise bağlayıcı unsur, iman ve onun hayata yansıyan kuralları ve ilkeleridir. Bu nedenle ümmet anlayışının, sosyolojik anlamda kullanılan millet kavramında olduğu gibi coğrafî bir mekanla sınırlı olmadığı; milliyet, dil, renk farkı gözetmeden tüm müminleri kapsadığı görülüyor. “Müminler ancak kardeştir” [2] ayeti ile Hz. Peygamber’in, “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine şefkat göstermede bir beden gibidir. Bedenin bir uzvu rahatsız olursa, diğer organlar da o acıyı duyar.” [3] sözünden de bu anlaşılıyor.
Bir toplumun, kitle olmaktan kurtulup millet olabilmesi için, sosyolojik anlamda kendi kimliğinin farkında olması, ortak bir geçmişe ve gelecek bilincine sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla da bir milletin kimliği; dil, din, kültür, tarih bilinci, vatan ve ortak değerler ve ideallerden oluşur. Bu değerlerden her birinin toplum hayatında önemli işlevleri olsa da dinî kimlik ve kişilik, diğerlerinden daha farklı bir konuma sahiptir. Hangi etnik gruba dahil olursa olsun fertlerin sahip olduğu iman, ahlak ve yaşam tarzı, birliğin özünü ve ruhunu oluşturur. Zira birlik ve beraberlik, sadece bir mekanda yaşamakla ilgili değil, aynı zamanda kalplerin birleşmesi ve ahlaklı bir yaşam tarzı ile de ilgilidir.
Ahlâkî temelden yoksun birlikler, kısa vadeli çıkarlar üzerine kuruludur. Böyle birlikler, zorbalıkla, korkuyla veya karşılıklı menfaatlerle ayakta durur. Ne var ki bu tür beraberlikler, ilk menfaat çatışmasında çözülme potansiyeline sahiptir. Nitekim tarihî süreç içinde pek çok medeniyetin çöküşünde, ahlâkî bozulmanın etkisi açıkça görülmektedir. Zira hakiki birliğin; ahlâk, adalet ve erdem üzerine kurulu olduğu ve bireylerinin birbirine güven duyduğu, doğruyu savunduğu ve haksızlığa karşı çıktığı ortamlarda kökleştiği bilinmekte; buna karşılık ahlâkî ilke ve kurallara dayanmayan birlik ve beraberliklerin, özünü ve ruhunu kaybetmiş bir görüntüden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla gerçek anlamda birlik ve beraberlik, ancak ahlâkî değerlerin fert ve toplum hayatının merkezinde yer almasıyla mümkündür. Bu nedenle ahlâk, birliğin hem temeli hem de güvencesidir. Ahlâkın olmadığı yerde güç ve düzen olsa da güven ve huzur bulunmamaktadır. Nitekim “Ey Peygamber, sen dünyanın bütün servetini harcasan bile, bu insanların kalplerini birleştiremezdin. Bu birliği ancak Allah sağladı” [4] ayeti de kalpleri birleştiren asıl unsurun iman, din ve ahlak olduğunu göstermektedir.
Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm’dan önce birbirine yıllarca düşmanlık etmiş ve kan davalarıyla savaşmış iki topluluktu. Ancak İslam’ın gelişiyle birlikte bu düşmanlık sona ermiş, kalpler yumuşamış ve kardeşlik teessüs etmişti.
“Hep birlikte Allah’ın ipine yapışınız ve sakın ayrılığa düşmeyiniz. Allah’ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani bir zamanlar sizler birbirinize düşmandınız. O kalplerinizi birleştirdi ve O’nun nimetiyle/lütfuyla kardeş oldunuz. Siz ateşten bir çukurun tam kenarındaydınız, Allah sizi oradan kurtardı. Allah ayetlerini size böylece açıklıyor ki doğruyu bulasınız.” [5] ayeti de bu olguya işaret etmekte, dinin birliği sağlamadaki etkisini ve gücünü ifade etmektedir. Dolayısıyla bu ayet bize manevî birliğin ve kalp kardeşliğinin oluşturulması mesajını da vermektedir.
Ayette geçen “O’nun (Allah’ın) nimeti sayesinde kardeş oldunuz” ifadesi, “İslâm’ın insanlar arasında birlik ve beraberliği sağlama konusunda ne derece kaynaştırıcı önemli bir unsur olduğunu, hatta din kardeşliğinin, dolayısıyla inanç ve dava birliğinin soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunu gösterir. Zira soy, dil ve vatan birliğinin, aynı ırktan olan Araplar arasında meydana getiremediği barış, kardeşlik ve dayanışmayı İslâm, bu millet arasında başardığı gibi farklı ırklar ve soylar arasında da başarmıştır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur.” [6]
Ama gel gör ki teoride, kısmen de pratikte söz konusu olan bu durum, çoğu zaman geçmişte olduğu gibi maalesef günümüzde de işlevselliğini yitirmiş bulunmaktadır. Nitekim dinî düşünce ve yaşayışta İslâm’ın değil de mezhepçiliğin; grupçuluğun; tarikatçılığın; felsefî, ideolojik ve ekonomik düşünce sistemlerinin entegrist bir anlayışla mutlak bir değer olarak algılanışı ve bu anlayışın tefrikaya dönüştürülmesi ve buna ilaveten de Müslüman üst kimliğinin değil de tarikat, cemaat, dernek ve vakıf gibi alt kimliklerin öne çıkartılıp bir üst kimlik gibi algılanması, iman kardeşliğini zayıflatan etkenlerin başında yer almaktadır. Dolayısıyla da “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır. Birlik Hakk’a giden yoldur, ayrılık ise nefsin işidir.” Sözünün de günümüzde önemli ölçüde anlamını yitirdiği, eyleme dönüşmediği ve sadece bir slogandan ibaret kaldığı görülüyor.
Oysa toplumu ayakta tutan şeyin, tefrikayı ve gruplaşmayı ifade eden alt kimlikler, çıkar ilişkileri veya şahıslar değil, değerler olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ortak değerler olmadan gerçek anlamda birlik ve beraberlik oluşmamakta/oluşamamakta; diğer bir ifade ile görünürde her ne kadar bir birlik var gibi gözükse de bu birlik kalıcı olamamaktadır. Bu nedenle Kur’an, birliğin temelinin iman olduğunu ifade eder. İmanın özü ise ahlak ve bunun hayata yansıtılmasıdır. Zira yalanın, adaletsizliğin, zulmün, riyakârlığın, menfaatlerin ve ideolojik saplantıların hâkim olduğu gönüllerde ve mekanlarda iman kardeşliğinin yeşermediği ve Müslüman kalplerin birleşmediği görülmektedir.
Buna rağmen ahlaktan yoksun birlikler de kurulabilir; ancak bu birlik, doğruluğu, adaleti ve hakkı esas almayan bir menfaat koalisyonundan başka bir anlam ifade etmez. Diğer bir deyişle ahlâkî temellere dayanmadan kurulan birlikler, zamanla çıkar birlikteliğine veya zorbalık sistemlerine dönüşür. Bu da o toplum için sonun bir başlangıcı demektir.
İnsanoğlu, fıtratı gereği sosyal bir varlıktır ve bu nedenle de sosyal düzene ihtiyaç hisseder. Bu düzenin temelini de birlik, güven, adalet başta olmak üzere ahlâkî değerler oluşturur. Çünkü ahlâkî değerler, bir toplumun vicdanıdır ve vicdanı olmayan bir toplum, her ne kadar dış görünüşü itibariyle birlik içindeymiş gibi görünse de içten içe çürüyen ağaç gibi çürümeye mahkumdur. Zira ahlâkî ilkeler, toplumsal yapıyı oluşturan ve devamlılığını sağlayan temel unsurlardır. Bu temel unsurlar yitirildiğinde veya kasten terk edildiğinde güven sarsılır ve ahlâkî çürüme başlar, bu da zamanla tefrikaya, sebep olur. Bu nedenle birlik ve beraberliği korumanın yolu, ahlâkî değerlere sahip olmak ve bu değerleri de titizlikle korumak ve yaşatmaktan geçmektedir.
[6] Hayrettin Karaman ve arkadaşları, Kur’an Yolu; Ankara 2003, 1/477.