Dürüstlük, “insanın doğruyu söylemesi, yalan, hile, riyakârlık ve çıkarcılıktan uzak durması, inandığı değerlerle tutarlı davranması” anlamına gelmekte ve söz, düşünce ve davranış arasındaki uyumu ifade etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ da söz verip de sözünde durmayanları veya yapamayacağı şeyleri yapacakmış gibi konuşanları, “Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” [1] sözüyle kınamaktadır. Bu nedenle dürüst insan, verdiği sözü tutar; kimseyi aldatmaz; kendi çıkarı için başkalarına zarar vermek istemez. Dolayısıyla dürüst insan, cesaret ve öz güven sahibidir, yalan söylemez; zira yalanın çoğu kere zayıflığın ve korkunun bir işareti veya kendini koruma refleksinin bir sonucu olduğunu bilir ve buna göre davranışlarını ayarlar.
Bununla birlikte çoğu insanın, bilinçli veya bilinçsiz kendi kusurlarını gizleme veya çarpıtma eğiliminde olduğu ve benliğini tehdit eden duygular ve düşünceler karşısında savunma mekanizmaları geliştirdiği görülüyor. Bu mekanizmaların da inkâr etme, yansıtma, rasyonalizasyon ve bastırma şeklinde ortaya çıktığı; nitekim bir çok insanın, kendi kusurunu fark ettiğinde veya birileri tarafından kendisine hatırlatıldığında, bunu kabul etmediği, çeşitli gerekçelerle meşrulaştırmaya çalıştığı biliniyor. Zira gerçeği kabul etmek, çoğu zaman insana acı veriyor ve bu nedenle de insan, kendi kusurları ile yüzleşmekten kaçınıyor ve inkâra yelteniyor.
Kendine dürüst olmak, sadece insanın ruhsal dengesini sağlayan psikolojik bir denge unsuru değil, aynı zamanda onun bir ahlâka sahip olup olmaması meselesidir. Bu nedenle İslam, Müslümanın “nefis muhasebesi/hesap verme bilincine” sahip olmasını ve kendi iç dünyasıyla yüzleşmesini tavsiye eder. İnsanın kendine dürüst olamaması, hem psikolojik hem de felsefi düzeyde karmaşık bir olgudur. Bu durumun temelinde; benlik savunması, toplumsal roller, korkular ve varoluşsal kaçışlar bulunmaktadır. Bu nedenle her insanın kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. Çünkü insan, ancak kendi gerçeğiyle yüzleştiği ölçüde olgunlaşmakta ve insan olabilmektedir.
Bu yüzleşme, insanı her ne kadar rahatsız etse ve ona acı verse de nefsinin baskısından onu kurtaracağı için özgürleşmesini de sağlar. Dolaysıyla kendine karşı dürüst olan insan, sadece doğruyu söylemekle kalmaz, aynı zamanda hakikatin yaşanmasına ve adaletin gerçekleşmesine de önemli katkı sunar. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ’nın, Müslümandan kendi aleyhinde dahi olsa, adil olmasını istediği ve şöyle dediği görülmektedir:
“Ey İnananlar! Eğer kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimselerden olunuz. Onlar ister zengin isterse fakir olsunlar, Allah’ın hakkı her birinin önüne geçer. Öyle ise, adaleti gerçekleştirmede arzunuza/hevesinize uymayın. Eğer (şahitlikte) dilinizi eğip bükerseniz/hakikati çarpıtırsanız veya (şahitlik etmekten) vazgeçerseniz biliniz ki, Allah yapıp ettiklerinizden mutlaka haberdardır.” [2]
Bu ayet, sadece hukuki bir çağrıdan ibaret değildir, aynı zamanda insanın iç dünyasını eğiten ve vicdanın da kararmasını önleyen ahlâkî bir çağrıdır. İnsan, her ne kadar kendisini doğruya çağıran ve yönelten bir vicdana sahip olsa da bunun tek başına yeterli olmadığı; zira insanın doğru olmayan yanını gösteren duyguların ve korkuların çoğu kere vicdanın sesini bastırdığı da görülmektedir.
İşte bu ayet, Müslümanı bu konuda uyarıyor ve ona, mademki Allah’a inanıyorsun, o halde ilk önce nefsinin arzu ve isteklerine uymayı bir bırak, dürüst ve adil bir kişi olmaya çalış; “Allah için” doğruyu söyle, yalan konuşma mesajını veriyor. Bu da gerçek adaletin, duygularda ve çıkarları korumada değil, Allah’a imanın sağladığı bir bilgi, bilinç ve irade ile vicdanın sesine kulak verme olduğunu gösteriyor. Nitekim insanoğlunun, iradî veya gayr-i iradî olarak kendi veya yakınlarının çıkarlarını korumak için zaman zaman hatalarını ve suçlarını gizledikleri, gerçekleri çarpıttıkları veya yalan konuştukları biliniyor. Nitekim Allah Teâlâ da bu ayeti ile Müslümandan duygu kontrolü yapmasını; ahlâkî ilkelere ve kurallara sahip çıkararak olumlu yanını geliştirmesini; dürüst olmasını; yalan konuşmamasını, kendi aleyhine de olsa doğruyu söylemesini ve haksızlığı da savunmamasını istemektedir. Bunu elde edebilmesi için de insanın önce kendi hatalarıyla yüzleşmesi gerekmektedir. Çünkü hatalarını gizleyen ve kendini kandıran bir kimse, başkalarına karşıda dürüst olamaz ve adil davranamaz.
Allah’ın arzusu bu olmakla birlikte çoğu insan, toplum hayatında ya güçlüye meyletmekte, ya da zayıfa acıyarak yanlı davranmayı tercih etmektedir. Ama gerçek şudur ki adalet, duygusal bir dengeyi değil, ahlâkî ve ilkesel bir duruşu gösterir ve buruş da ayette geçen “zengin de fakir de olsa” pasajı ile ifade edilmekte ve “Allah yaptıklarınızdan haberdardır” sözü ile de, insana iç denetimini ve öz saygısını hatırlatmakta ve adaletin sadece mahkemelerde değil, vicdanlarda da tesis edilmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü Allah, gizlenen her duyguyu, bastırılan her gerçeği bilmektedir. Mümin için bu farkındalık, en büyük ve en değerli bir iç denetimdir.
Sözde değil, özde inanan insan, insanların görmediği bir yerde dahi Allah’ın gördüğünü bilir ve vicdanına karşı dürüst kalabilir. Bu da ancak insanın çıkarlarını, olumsuz duygularını ve korkularını aşmasıyla mümkündür. Ama görünen o ki çoğu insan, kendisiyle yüzleşmekten kaçmakta ve böylece kendini kandırmaktadır. Neden? Elbette ki bu sorunun en doğru cevabını, konu ile ilgili bilim insanları verecektir. Bu kaydı düştükten sonra ben de okuduğum kitaplar ve makalelerden elde ettiğim bilgileri kısaca sunmak istiyorum:
Konu ile ilgili bilim insanları, insanın kendine dürüst olamamasının temelinde “benlik savunması” nın bulunduğunu söylüyor. Psikolojide “savunma mekanizmaları” olarak bilinen bu olgu, bireyin benliğini korumak için gerçeği çarpıtması veya inkâr etmesi anlamına geliyor. Zira bireyler, hatalarını, başarısızlıklarını ya da zayıf yönlerini kabullenmekte zorlanmakta ve bu durumu “kendine ait ideal imajını” tehdit ettiğini düşünmektedir. Bu da gayr-i iradî olarak kendi kusurlarını gizleme ihtiyacını hissettirmektedir. Ayrıca “güçlü görünmek”, “kusursuz olmak” ya da “her zaman haklı çıkmak” gibi değerler de bu düşüncelerin etkisinde kalan insanları da rol yapmaya veya maskeli bir hayata zorlamaktadır.
Diğer bir ifade ile insanın, kendisini başkalarına beğendirme ve sevdirme arzusu ve çabası, onları böyle bir davranışa sevk etmektedir. Bu da insanın, kendisi olmak yerine, sevgisini almak ve beğenisini kazanmak istediği kişilerin, istek ve arzuları doğrultusunda yaşamaya başladıklarını ve böyle bir maskeli hayata baş vurduklarını gösteriyor. Bu nedenle de iki yüzlü davranmak, kendisini sevmeyen, kendisiyle barışık olmayan ve özgüveni yeterince gelişmeyen insanların baş vurdukları bir yöntem oluyor. Böyle insanlar, taktıkları maskelerin adedince farklı kişiliklere bürünüyorlar ve asla kendileri olamıyorlar. Zamanla bu rol o kadar içselleşiyor ki, insan artık oynadığı karakterin kendisi olduğuna inanır hale geliyor ve bu nedenle de içsel dürüstlüğünü kaybediyor.
Her ne kadar kendine dürüst olmanın bedeli ağır olsa da bu “insan olma”nın bir gereğidir. Zira insan doğmakla, insan olunmuyor; ancak bireyin kendini tanıması, güçlü ve zayıf yanlarını keşfetmesi ve daha da önemlisi bencilliklerini ve korkularını görmesiyle insan olunuyor. İnsanın bu yüzleşme ile elde ettiği gerçeği kabullenmek, insanı küçültmüyor, tam aksine özgürleştiriyor. Zira bu yüzleşme de insan, olumsuz duygularının esaretinden kurtularak ahlaklı ve vicdanlı olmaya yöneliyor ; diğer bir ifade ile ilkeli ve kuralı yaşamaya başlıyor, böylece dürüst, ahlaklı ve vicdanlı bir insan olma hedefine ulaşmaya çalışıyor. [3] Allah Teâlâ da insandan bunu istemiyor mu?
[3] Yararlanılan kaynaklar: Arthur J. Clark, Psikolojik Danışma ve Savunma Mekanizmalarının tanınması ve Şekillendirilmesi, Çev. Ö. Ersever, dergipark.org.tr; Bernard Spilka ve diğerleri, Din Psikolojisi Açısından Genel Bir Atıf Teorisi, Çev. Ali Küşat; Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri 2001; sayı11, sayfa 173-195.