Modern çağ, asırlarca devam eden tarım toplumundan sonra bilim ve teknolojinin gelişmesiyle hızla değişen hayat tarzları ve küreselleşmenin getirdiği kültürel etkileşimlerle şekillenen bir dönemi ifade eder. Tarım toplumunun şartlarına göre oluşturulan İslâmî kütür ile barışık bir hayat yaşayan Müslümanlar, Batı’dan ithal bu kültür ile karşılaştıklarında, bir taraftan tabiî bir refleksle kimliklerini ve geleneksel kültürlerini koruma ihtiyacı hissederken; diğer taraftan da Batı’nın bilim ve teknolojilerine muhtaç olduklarını hissetmişlerdir. Zira modernizmin iki veçhesi söz konusuydu. Biri, bilim ve teknolojide ki baş döndürücü gelişme; diğeri ise bireyci, pragmatist, liberalist ve hedonist kültürlere dayalı bir hayat tarzı.
Müslüman; kimliği ve kişiliği iman ve ahlaka dayalı bir öze sahipti, o nerede yaşarsa yaşasın, hangi şartlarla karşılaşırsa karşılaşsın, dürüstlük, adalet, merhamet ve paylaşma gibi temel İslâmî değerlerden asla vaz geçmezdi/geçemezdi. Çünkü inancı bunu gerektiriyor, kutsal kitabı bunu öneriyordu. Vaz geçenler olsa da bunlar, istisna sayılırdı. Ayrıca İslâm, bilim ve teknolojiye karşı da değildi, karşı olması da düşünülemezdi. Nitekim İslâm peygamberinin, hiçbir ayırım yapmadan ilim öğrenmenin farz olduğunu söylemesi [1] bunu ifade ediyordu. Onun bu tavsiyesi, her ne kadar son nesiller tarafından gereği gibi icra edilmese de ilk nesiler tarafından devrin şartlarına göre yerine getirildiği de biliniyor.. Nitekim bu düşünceyi Mehmet Akif’in,
“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını
Veriniz, hem de mesainize son süratini
Çünkü kabil değil, artık bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin; yalnız.” Sözleriyle dile getirdiği görülüyor.
Onun ve onun gibi düşünen Müslüman aydınların düşünce dünyasında Müslüman olmak, bilimi ve teknolojiyi reddetmek anlamına gelmiyordu. Bilakis İslam, ilmi teşvik eden bir dindi. Bu nedenle Müslüman, bilimsel gelişmeleri takip eden, teknolojiyi faydalı alanlarda kullanan ve modern dünyanın sunduğu fırsatları hem kendisi hem de toplumu için yararlı işlerde kullanan ve üretimde bulunan kimseydi. Asıl mesele, bu imkânların insanı özünden koparmaması ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmamasıydı.
Ne var ki Batı kültürünün ve modern hayatın sağladığı sınırsız hürriyet talebi, bazı Müslümanlara ilim ve sanattan daha fazla cazip geldi ve bu nedenle de kimi Müslüman hedonizmden; kimi Müslüman da sekülerizm daha çok etkilendi ve böyle bir yaşam tarzını benimsemeye başladı. Dolayısıyla dinî değerler, bunların nezdinde değerini ve önemini, gittikçe yitirdi ve bunun yerine para, servet ve marka daha çok değer kazandı. Dolayısıyla İslâm’ın araç değer olarak gördüğü nesneler, amaç değerler hâline geldi yada getirildi.
Buna ilaveten göçlerle şehirleşmenin getirdiği yoğunluk, iş temposu ve para kazanma hırsı, ister istemez sosyal ilişkileri de zayıflattı; internetin keşfi ve pandemi dönemi ile birlikte bu zayıflık, yalnızlığa da dönüştü. Bu da bireyciliği daha fazla geliştirdi ve insanlara sorumluluklarını unutturdu ve sosyal ilişkileri neredeyse unutturacak hâle getirdi.
Bunun en bariz göstergesi de 2024 yılında Türk Dil Kurumu’nun yaptığı bir ankette “kalabalık yalnızlık”, “merhamet”, “yabancılaşma”, “algoritma”, “yozlaşma”, “yapay zeka” ve “dijital yorgunluk” kavramları arasında yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı halk oylamasında “kalabalık yalnızlığın” seçilmiş olmasıdır. [2]
Bu da günümüzde insanî değerlerin gittikçe kaybolmaya başladığını, egosantrik düşüncelerin etkinlik kazandığını, toplumsal bağların gittikçe zayıfladığını ve dijital dünyanın yalnızlık hissini derinleştirmekte etkin bir role sahip olduğunu göstermektedir. Bu açmazdan kurtulmanın yolu da her ferdin, ahlâkî ve insanî değerlere sahip olması ve bu değerleri gerçekleştirmek için çaba göstermesinden geçiyordu. Ünlü Rus yazar Tolstoy’un dediği gibi, “Acı hissedebiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını hissedebiliyorsan insansın.” Nitekim Gazze olayında bir kere daha görüldü ki bu dünyada vicdanlarını kaybeden insanların yanında, vicdanlarını kaybetmeyen ve başkalarının acısını hisseden, insanlar da mevcut. Her ne kadar Muhammed İkbal, “Batı vicdanını kaybetti, Doğu ise aklını” dese de, Batı’da vicdanlarını kaybeden insanların yanında, kaybetmeyen kitlelerin de bulunduğu anlaşıldı.
Aklını kaybeden, fakat vicdanlarını kaybetmeyen insanların ülkesinde ise bir zamanlar birbirini az veya çok tanıyan, selamlaşan, hal hatır soran Müslüman tipi mevcutken, bunun gittikçe azaldığı ve yerine aynı apartmanda oturduğu halde birbirlerini tanımayan, selam vermeyen bir Müslüman tipine dönüştüğü görüldü. Kısaca pek çok Müslümanın hem düşünce hem de sosyal hayat tarzı, önemli ölçüde değişti; ilkeli ve kurallı yaşam tarzı gitti, bunu yerine kuralsız, bencil ve hazcı davranışa dönüşen bir hayat tarzı oluştu; dolayısıyla da insanî ve ahlâkî değerler, anlamını önemli ölçüde yitirmeye başladı. Bu da Müslümanın kimlik ve kişiliğini inşa eden Kur’an’ın temel ilkeleri ile modernizmin önerdiği hayat tarzı arasındaki çatışmayı daha da derinleştirdi.
Nitekim İslâm, insanı iman, ahlak ve takva ile yüceltmeyi; bireyin özgünlüğünü korumayı, ümmet bilinciyle dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ortak iyilik için yaşamayı hedeflerken, modern hayat bireyciliği, çıkar ilişkisini, gösterişi, israf ve tüketimi yüceltmeyi hedefledi. Bireyci, hız ve haz üzerine kurulan modern hayat, İslâm’ın önerdiği derinlikli düşünmeyi, huzuru ve ibadetlerin hikmet boyutu ile çatışır hale geldi. Bu da Müslümanların sabır, tefekkür ve kulluk bilincini önemli ölçüde azalttı. Bu olumsuz gelişmeler ve yaşattığı çelişkiler karşısında kimi Müslüman, kimliğini ve kişiliğini korusa da kimi Müslüman, hem kişiliğini, hem de kimliğini kaybetti, kimi Müslüman da kişiliğini kaybetti, ama kimliğini korumayı bir başarı saydı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bazı Müslümanların, hâlâ kimlik ve kişiliği koruyabilmesi, takdire şayan bir başarıdır.
Modern çağın meydan okumalarına karşı kendilerini koruyamayanlar da potansiyel olarak bu imkana sahiptirler. Yeter ki istensin. Bunu elde etmek için iyi bir eğitim, yeterli bilgi ve her şeyden önce güçlü bir irade gerekmektedir. Yapılması gereken, modern hayatın imkânlarını reddetmeyen, fakat onları ahlaki bir zeminde dönüştürmeyi hedefleyen; gösterişe teslim olmadan özgürlük arayışını destekleyen; sorumluluktan kaçmayan; bireyi özgün kılan, fakat toplumu da unutmayan, dengeleri gözeten bir düşünce sisteminin ve dilinin oluşturulmasıdır.
Her ne kadar modern hayat, insanın bedensel ihtiyaçlarını karşılamasında ona sınırsız bir hürriyet verse de huzurlu bir hayat verememektedir. Zira modern hayatın verdiği mutluluğun ömrü çok kısa, İslâm’ın verdiği huzurun ise uzundur. Nitekim modern yaşım tarzını benimseyen kitlelerde ve toplumlarda tüketim çılgınlığı, gösteriş, maddeye bağımlılık, sefahat ve eğlence ile ilgili doyumsuzluk, bunun bir göstergesidir. Sadece bu fark bile İslâmî hayatın önemini ve değerini göstermeye kâfidir. Zira günümüzde pek çok insan, modernliğin getirdiği refahın yanında yaşadığı yalnızlık ve anlamsızlık krizine düşmekte ve buna da bir çare aramaktadır.
Çare diye baş vurulan, içki, kumar, uyuşturucu vs. gibi maddeler ve eğlenceler, geçici olarak insanlara mutluluk sağlasa da, asla huzur sağlamamaktadır. Bu nedenledir ki Müslüman kişiliği, sahici değerleriyle bu krize cevap verebilecek güçlü imkânlara sahiptir. Asıl mesele, bu kimliği ve kişiliği, bilinçle kuşanmak ve hayatın her alanına taşıyabilmektir. Bunun için de Müslümanın, kendi dinî kimliğini ve kişiliğini kaybetmeden toplumla uyum içinde var olabilme yeteneğini geliştirmesi, başkalarını ötekileştirmeden, barış içinde yaşamayı; adaleti, liyakati ve hakkaniyeti gözetmeyi İslam’ın bir gereği olarak görmesi ve ona göre bir davranış geliştirmesi ve sergilemesi icap etmektedir. Zira davranışlara yansımayan/yansıtılamayan değerlerin, bireye de topluma da bir yararı olmamaktadır. Meşhur hikayede de anlatıldığı gibi, önemli olan dağda velî olmak değil, toplum içinde velî olabilmektir. Önemli olan günahın olmadığı mekanlarda, günah işlemediğini söylemek değil, günahın işlendiği mekanlarda günah işlememek ve muttaki olabilmektir.
Sonuç olarak, modern çağda Müslüman olmak; İslam’ın evrensel değerlerini çağdaş dünyanın sunduğu fırsatlarla buluşturabilmektir. Bu, ne modernizmin dayattığı kimliksizleşmeye özenip dinî kimlik ve kişiliğinden vaz geçme; ne de içine kapanıp belli gettolarda yaşama anlamına gelmektedir. Bilakis toplum içinde hiçbir komplekse kapılmadan, kınayanların kınamalarına aldırmadan Müslüman kimliğini ve kişiliğini koruyarak yaşamayı başarabilmektir. Yüce Rabbimizin şu buyruğu da buna işaret etmiyor mu?
“Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse, Allah öyle bir topluluk [kavm] getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı da onurludurlar [izzet]. Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur onu dilediğine verir. Çünkü Allah Vâsidir, Alîm’dir.” [3]
[1] İbn Mace, Mukaddime, 17.
[2] Haber7 com, 23.12.2024.