“Bilim Felsefesi” açısından bakıldığında, “bilimin, bütün meselelerimizi, çözmeye yetkili sihirli bir değnek olmadığı, ancak belli nitelikteki problemlere uygulandığında etkin olduğu bilinmektedir. Ne var ki, bilimin kapsam ve sınırlarını kesinlikle belirleme, çok zor olduğundan hangi meselelerin ilmî incelemeye konu olabileceği, hangi meselelerin olmayacağı öteden beri sürüp gelen bir tartışmadır.” [1] Kapsam ve sınırlarını kesin olarak belirleme imkânı çok zor olan ilimlerin başında da sosyal ve beşerî ilimler gelmektedir. psikoloji, etnoloji, antropoloji, ekonomi, eğitim, teoloji ve felsefe bu ilimlerden başlıcalarıdır.
Her ilim ve her bilgi, en az o ilmi yapan açısından insanla ilgili olduğu halde, insana ait her bilginin pozitif bir değere sahip olduğu söylenemez. İnsanın niçin yaratıldığı, hayatın anlamı, mutlak iyi ve mutlak kötünün veya mutlak duygunun ne olduğu ilmî usullerle cevaplandırılamaz. [2]
Tabiî ve pozitif ilimler, insan zihninin tabiat olaylarına uyum sağlaması ve bilinen metotların kullanılmasıyla kurulmuştur. Bilinen metotlar ise, gözlem, deney ve bu yollardan genellemeye ve çözümlemeye gitmektir. İlmî şüphe, araştırmanın başlangıç noktası, soğukkanlılık, peşin hükümlerden uzak olma ve tarafsızlık ilmî anlayışın zarurî şartlarıdır. Bu araştırma metoduyla elde edilen ilmî neticeler ve hükümler, sade ve tek boyutludur ve kesinlik ifade eder. Pozitif ilimlerin bu kesinliği ise, sebep netice münâsebetlerinin tayin ettiği “Determinizm” prensibi gereğidir. Fakat aynı metot, psikolojik, sosyolojik ve tarihî olaylara uygulandığı zaman, pozitif ilimlerdeki kadar kesin ve net neticeler elde edilememektedir. Çünkü işin içine bütünüyle insan unsuru girmekte ve bu nedenle tabiat olaylarında olduğu gibi kesin genellemeler yapma imkânı bulunmamakta, dolaysıyla elde edilen bilgiler de izafî doğrular olarak kabul edilmektedir.
Bazı bilim insanlarının , özellikle de medeniyet tarihçilerinin dayandığı delillerden birisi de tekâmül (evolution) nazariyesidir. 19. yüzyılın son yansında tekâmül fikri, çok tutunmuş adeta diğer fikir ve düşüncelere karşı bir fikir istilâsında bulunmuştur. Bu teoriye göre, kâinatta her şey, basitten mükemmele doğru gider. En ileri ve en yüksek psikolojik, sosyolojik, ekonomik, tarihî ve dinî kurumlar, en iptidaî şekilden başlayarak bugünkü karmaşık ve kompleks yapısına kavuşmuşlardır.
Medeniyet, teknik ve diğer sosyal kurumlar da bu kanuna tabidirler. Aynı şekilde bugünkü yüksek dinler de iptidaî dinlerin tekâmülü ile Allah fikrine ulaşmışlardır. Naturizm (tabiatçılık) ve animizm, (ruhçuluk) den çok tanrılı dinlere, çok tanrılı dinlerden de tek tanrılı dinlere gelinmiştir. Nitekim bu nazariyeye göre, medeniyet, ilk vahşet devrinden bugüne kadar devamlı bir ilerleme ve gelişme göstermiştir. Tekâmül, daima mürekkebe, mütecanis şekillerden mütecanis olmayanlara geçmek üzere ters istikametli bir hat halinde, muhtelif merhale ve safhalardan geçerek meydana gelmiştir.
Bugünkü iptidaî kavimlerin kültür seviyelerinde bu tekamülün muhtelif merhale ve safhalarını canlı bir şekilde müşahede etmek mümkündür. Zira bunlar, mevcut veya maziye karışmış her cemiyetin vahşilikten yahut barbarlıktan medeniyete erişmek için ağır ağır geçmek mecburiyetinde olduğu zahmeti, ıstıraplarla dolu safhalarda pineklemiş veya merhaleye dönmüş eski medeniyetlerin mümessillerinden ibarettir. Bu itibarla iptidaî kavimlerin teşkilatında, örf ve adetlerinde, kanunlarında, dinlerinde, sanatlarında, eski medeniyetlerin bakiye ve izleri canlı bir şekilde görülebilir. Bu ekol mensupları, mahdut da olsa ele geçen -tarihten önceye ait- arkeoloji malzemelerinde nazariyelerinin doğruluğuna dair deliller bulduklarına kanidirler. [3]
Ne var ki kültürün maddî kısımlarında, bilhassa teknik sahada, noksan da olsa tarihî vesikalar, arkeolojik deliller bulmak suretiyle kısmî tekâmül safhaları tespit etmek mümkün görünse de bunu diğer sahalara tatbik etmek muhtelif sebeplerden dolayı kolay değildir. Bir defa en basit bir müşahede bile, birçok sahalarda sosyal değişmelerin aynı istikamette bir hat takip etmekten ziyade, devirden devire değişen bir gidip gelme şeklinde meydana geldiğini göstermektedir. [4] Diğer bir ifade ile tarihsel gelişimin, düz bir çizgide değil, inişli çıkışlı ya da döngüsel bir seyir takip ettiği görülmektedir.
Her ne kadar dinî inancın gelişmesinde totemizm, animizm, politeizm ve teizm evrimlerinden veya kominal, feodal, kapitalist ve komünist evrimlerden de söz edilse de bunun gerçeği yansıttığı söylenemez. Daha basit bir ifade ile söyleyecek olursak, hayatın, olayların ve inancın tek yönlü bir hareket çizgisini takip ettiği anlayışı doğru değildir. Tarihî verilere bakılacak olursa görülür ki, medenî Mısırlılarla Asurluların putperestlik içinde bulundukları bir sırada göçebe bir hayat süren İbranîler, tevhit inancına sahiptirler. Aynı şekilde Araplar, on dört asır önce hem de çoğu bedevî iken, tevhîd inancına kavuştukları halde, Avrupalılar, hâlâ teslîs inancı içindedirler.
Aynı şekilde Auguste Comte’un Pozitif Felsefe Dersi adlı eserinde geliştirdiği toplumun bir bütün olarak teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşamalardan geçtiğini düşüncesi de kurgusaldır ve olguyu yansıtmamaktadır. Zira teoloji, metafizik ve bilim ayrı ayrı sahalarda yer almaktadır, bununla beraber bu üç safhayı birbirinden ayıran kesin bir çizgi de yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Onun ileri sürdüğü üç hal yasası, birbiri ardına gelen dönemleri değil, her çağda her millette bulunabilecek geçici arzu ve hevesleri ifade etmektedir.
Milletlerin gelişmesine yardım eden ve onu sağlayan en önemli etken ilimdir. İlim ise yalnız bir milletin veya yalnız bir kıtanın malı değil, insanlığın malıdır ve beynelmileldir. Pozitif ilimler, biyoloji, tıp, fizik, matematik ve kimya gibi ilimler ve metotları, milletlerarasıdır. Metotları hariç, sosyal ilimler ise yerel boyutludur, ya da en azından yerel boyutları vardır. Zira her milletin, ayrı bir geleneği, ayrı bir dini, hukuku, içtimaî yapısı ve ahlâk anlayışı vardır.
Pozitif ilimler, bir milletin maddî yapısını, sosyal ilimler ise ruh yapısını oluştururlar. Fizik, kimya ve teknoloji, her yerde fizik, kimya ve teknolojidir. İnsanın biyolojik yapısı ve tıp da her yerde aynıdır. Fakat insan ruhu, huyu, karakteri, ahlâk telâkkisi, toplum yapısı, gelenekleri her yerde aynı değildir. Bir milleti, millet yapan da maddî yapısı değil, manevî değerleri ve kültürel yapısıdır. Bununla beraber ilim, gelişip tekâmül ettiği sosyal, siyasî ve coğrafî çevrenin az veya çok karakterini de taşır. Bu sebeple Çin, Roma, Mısır, Asya ve İslâm kültür ve medeniyetlerinden söz edilebilmektedir.
Ziya Gökalp bu durumu, şöyle ifade eder: “Millî kültür ile medeniyet arasında hem birleşme noktası hem de ayrılık noktaları vardır. Kültür millî olduğu halde medeniyet milletlerarasıdır.” [5] Zira kültür, geniş kapsamlı bir kavramdır ve bu kavramın dört ayrı anlamda kullanıldığı görülmektedir 1.İlmî sahadaki kültür, medeniyettir. 2. Beşerî anlamdaki kültür, eğitim ve öğretimdir. 3. Estetik alandaki kültür, güzel sanatlardır. 4. Maddî ve biyolojik alandaki kültür, üreme, tarım, ekin, çoğalma ve yetiştirmedir. [6]
Bu sınıflandırmada dinî kültüre yer verilmediği görülmektedir ve bu da olgusal açıdan bir eksikliktir. Zira din, ilk insandan günümüze kadar insan davranışlarını etkileyen, düzen kuran ve toplum kültürünü oluşturan ana unsurlarından biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Nitekim özü ve aslı İslâm olan, fakat sonradan bozulan Yahudîlik, katı şeriat kurallarına dayalı bir dindarlık öngörüsü ile maddeye ve çıkarlara önem verip ruhun olgunlaşmasına, nefsin kontrol edilmesine ihtiyaç duymadan toplum düzenini sağlamayı amaçlarken; Hıristiyanlığın da bu maddeci dünya görüşüne karşı ruhçuluğu ve maneviyatçılığı savunduğu, Yahudiliğin şekilci kurallarına karşı sevgi ve merhameti önerdiği; insanı maddeye esir olmaktan kurtarıp ruhun dirilişini sağlamayı amaçladığı, fakat bu amacına ulaşamadan, yıkmak istediği Yahudiliğin kurallarına muhtaç hale geldiği ve sonunda ona teslim olduğu da bilinen bir olgudur.
Buna karşılık İslâm, dinî hayata bütünlük ve denge getirmiş, faydalı ve gerekli olan her şeye önem ve değer vermiş; maneviyatı inkar ve ihmal eden kuru ve katı bir şekilciliğe tevessül etmediği gibi sonu meçhul olan ve nereye varacağı belli olmayan bir ruhçuluğa da kapılarını kapatmıştır.
Bunu sağlamak için de İslâm’ın, düşünce sitemini iman, ahlak, ibadet ve hukuk üzerine kurduğu; insanlardan sadece Allah’a kulluk etmelerini, O’nun haricinde hiç kimseye veya şeylere kulluk etmemelerini istediği; getirdiği kitaba kulak vermelerini, onu okumalarını, anlamalarını ve hayat tarzlarını buna göre şekillendirmelerini tavsiye ettiği; beden ile ruhu birlikte ele alıp fert ve toplum, dünya ve ahiret arasında dengeli bir hayatı öngören ilke ve kurallar getirdiği görülmektedir.
Dolayısıyla da İslâm, Yahudîlik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere bütün beşerî ideolojilerden ve düşüncelerden farklı bir yapıya ve siteme sahiptir. Ne hazindir ki çoğu insan, İslâm’ın bu özelliğinden ve niteliğinden bîhaberdir ve bu nedenle de ne yapacağını bilememekte ve şaşkınlık için de bocalayıp durmaktadır. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e söylediği “Sen (din hususunda) gideceğin yolu bilmezken, sana doğru yolu göstermedi mi?” [7] sözü, bize ve özellikle de ne yapacağını bilemeyen insanlara bir mesaj niteliği taşımaktadır. Bu mesaj da İslâm’dan başkası değildir.
[1] Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul 1979, s. 61.
[2] Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul 1979, s. 3.
[3] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1969, s. 8.
[4] Turhan, Kültür Değişmeleri , s. 9.
[5] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1970, s. 30-31; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, İstanbul 1970, s. 54.
[6] Güvenç İnsan ve Kültür, s. 99.