Hikayeler, romanlar, hatıralar, kısaca bireysel ve toplumsal yaşanmışlıklar ibret ve ders almak isteyenler için yol gösterici ve mesaj verici bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle hikaye ve romanlarda yer alan iyi örnekler de, kötü örnekler de ibret almak isteyenler için bir araçtır ve bu örneklerin amacı da “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” mantığına dayanır. Nitekim Ömer Seyfettin’ in “Diyet” hikayesinde, bir insanın, onurunu koruma mücadelesi; Tolstoy’un “İnsan Ne İle Yaşar” isimli hikayesinde, sahip olma tutkusu ve ihtirâsı; Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” isimli romanında yalancılığın, Goethe’nin Faust’unda ise ruhunu şeytana satan adamın psikolojisi anlatılır.
Siz Goethe’nin ruhunu şeytana satan adamı, iradesini şeytana teslim eden ve onun yolundan giden adam olarak da anlayabilirsiniz. Zira bu romandaki Mefisto karakteri, Faust’u yoldan çıkarmak için her şeyi deneyen bir şeytandır. Bu şeytan, çeşitli biçimlere girerek kadın, içki, büyü gibi yöntemlerle insanları tanrıdan uzaklaştıran biridir. Zira Faust, çok başarılı, ama hayatından memnun olmayan bir bilim adamıdır. Neticede bu memnuniyetsizlik, onu şeytan ile bir anlaşma yapmaya sürükler ve onu sınırsız ilim ve dünyevî zevkler için ruhunu şeytanla değiş tokuş yapmaya sevk eder.
Kur’an’da da pek çok kıssa bulunur ve bu kıssalarda başta peygamberler olmak üzere bazı kişiler, cinler ve iblis hakkında verilen her bilgi, muhataplarına verilmiş önemli mesajları ihtiva eder. Zira zikredilen her kıssada ya insanın psikolojik yapısı ya da toplumların dinî, sosyal ve kültürel yapıları ele alınmaktadır. Nitekim Kur’an’da yer alan kıssalardan biri de “iblis”le ilgilidir. Özellikle iblis’ in Allah ile olan mükalemesi, muhataplarına verilmiş önemli bir mesajdır ve bu mesaj da aynı zamanda bazı insanların işlediği suçları veya günahları inkar ederek başkalarını suçlama psikolojisini de yansıtmaktadır.
İnsan, yapısı itibariyle melek olmadığı gibi, şeytan da değildir, ancak melekleşme ve şeytanlaşma potansiyeline de sahiptir. Bu nedenle insan, inançları ve davranışları ile ya melekleşme çabası içinde olur, ya da egosu ve çıkarları için şeytanlaşmayı tercih eder, dolayısıyla kural ve ilke tanımaz, bununla da yetinmez, kendini temize çıkartmak için tıpkı iblisin Allah’ı suçladığı gibi başkalarını suçlar. Nitekim iblisin, “Rabbim! Beni azdırmana/yoldan çıkarmana karşılık andolsun ben de yeryüzünde kötülükleri onlara güzel gösteririm ve hepsini de azdırırım/yoldan çıkarırım.” [1] Diyerek Allah’ı suçlaması, bu psikolojiyi yansıtır. Zira Allah’ın “Adem’e secde ediniz (onu tanıyınız)” dediğinde iblisin, O’nun bu emrine karşı gelerek itaatsizlik etmesi, kibirlenmesi, inkara yeltenmesi, yoldan çıkması, daha da önemlisi Allah’a meydan okuyarak O’nun emirleri sorgulamaya kalkışması [2] bu psikolojinin bir göstergesidir. Emre itaatsizlik suçunu işlediği halde iblisin “Mademki beni azdırdın” sözünden bu anlaşılmaktadır, fakat aynı zamanda bu söz, işlediği suçları veya günahları inkar ederek suçsuzluğunu iddia eden ve “Hay aksi şeytan!” diyerek suçu şeytana veya “ Ne yapayım kader böyleymiş” diyerek kadere yükleyen insanların da psikolojik yapısına işaret etmektedir. Bu ifade aslında sorumluluktan kaçma ve kendini temize çıkartma tezahüründen başka bir şey değildir.
Talebelik yıllarımda Cevat Rıfat Atilhan’ın yazdığı kitapları okuyan ve bunların da etkisinde kalan bazı arkadaşlarım, neredeyse meydana gelen her sosyal olayda bir “yabancı eli” veya “bir Siyonist parmağı” ararlardı. Günümüzde de bir çok insan, benzer şekilde maruz kaldığı olumsuzluklar karşısında bir “suçlu” aramaya başlıyor. Böylece vicdanlarını rahatlatmak istiyor, ya da rahatlattıklarını sanıyor. Belki de bu nedenle toplumun kültürel dokusunda ve dil yapısında bu anlayışın tezahürleri görülüyor. Mesela, “yılan beni soktu”; “köpek beni ısırdı”; “Ali beni dövdü” diye şikâyet ediliyor, ama “yılana sokulmadım”; “köpeğe ısırılmadım”; “Ali’ye dövülmedim” denilmiyor. Zira bu zihniyete sahip kimselerin, ısırılmamama, sokulmama ve dövülmeme gibi bir sorumluluğunun da olduğunu düşünmediği anlaşılıyor.
Yılanın görevi sokmak, köpeğin görevi ısırmak; şeytanın görevi insanları doğru yoldan saptırmak; düşmanın görevi ise fitne, fesat çıkartmak ve huzuru bozacak saldırılarda ve eylemlerinde bulunmaktır. Bizim görevimiz ise olanları ve bize yapılanları şikayet veya beddua etmeden önce bu ve benzeri eylemlere ve olumsuzluklara engel olmak için çaba göstermek, çalışıp çabalamak, önleyici ve caydırıcı tedbirler almaktır. Kısaca şikayetten ve bedduadan önce fiilî duaya tevessül etmek ve ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır.
Bununla birlikte bazı insanların da suçunu ve günahını itiraf ettiği, özür ve af dilediği görülüyor. Nitekim bu kimseler, “Şeytana uydum” veya “Kendim ettim, kendim buldum” diyerek kendi suçunu kabul ediyor, dolayısıyla yaptıklarından kendisinin sorumlu olduğunu düşünüyor ve bu suçunu Allah’a, şeytana veya bir başkasına yüklemiyor, havaleci olmuyor. Gerçekte şeytanın, istikameti doğru olan salih kullara bir etkisi bulunmuyor. “Muhakkak ki, azgınlardan [ğâvîn] sana tabi olanlar hariç, Benim kullarım üzerinde senin hiçbir gücün/hâkimiyetin [sultân] yoktur.” [3] Ayeti, bu hakikati beyan ediyor ve şu ayet de bu hakikatin mahiyetini açıklıyor:
“Ve her şey olup bittikten hüküm yerine geldikten sonra şeytan: “Gerçek şu ki, Allah size gerçekleşmesi kaçınılmaz bir söz vermişti! Bense [her fırsatta] size birtakım sözler verdim ama sizi hep yüzüstü bıraktım. Yine de benim sizin üzerinizde gerçekte bir nüfûzum yoktu: Sizi sadece çağırıyordum; siz de (bu çağrıya/davete) icabet ediyordunuz. Bunun içindir ki, beni suçlamayın, yalnızca kendinizi suçlayın. Ne ben sizin imdadınıza yetişecek durumdayım; ne de siz benim imdadıma yetişebilecek kimselersiniz…” [4] Ayrıca, şu ayetler de suçunu itiraf eden ve Allah’tan af dileyen peygamberleri bize örnek olarak gösteriyor:
“İkisi de, ‘Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, gerçekten de biz zarara uğrayanlardan oluruz’ dediler”. [5] Ayetinden, Hz. Adem ve eşinin, iblisi suçlamadan kendilerini suçladıkları; “Rabbim! ‘Muhakkak ki ben nefsime zulmettim. Beni bağışla!’ dedi. Allah da onu bağışladı. Muhakkak ki O, Gafûr’dur, Rahîm’dir”. [6] Ayetinden ise Hz. Musa’nın suçunu itiraf ettiği ve her iki peygamberin de Allah’tan af diledikleri anlaşılıyor.
Allah Teâlâ, insanı hem iyilik, hem de kötülük yapma, fakat kötülükten de sakınma yeteneği ile yaratmıştır. [7] Bu nedenle her insanın, önce fıtrî yapısını ve yetilerini iyi tanıması, yaptıklarını sorgulaması; güçlü ve zayıf yanlarını; artılarını ve eksilerini gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu sayede insan, kendisini daha iyi tanıma imkanı bulur, kusurlarını görür, başkalarını suçlamaktan vaz geçer ve tutum ve davranışlarında aklını lokomotif, duygularını da katar yapar, duygularını lokomotif yapmaz ve “nefini tanrı edinmez.” Daha açık bir ifade ile duygularının esiri olarak bencil, bireyci ve narsis bir kişi olarak yaşamak istemez. Daima iyiliğin ve iyilerin yanında olur ve kötülüğü tasvip etmez. Elinden geldiği ölçüde iyiliği yaşatmaya, kötülüğü de engellemeye veya azaltmaya çalışır. Nitekim şu hikayenin verdiği mesaj da budur:
Bir Kızılderili çadırının önünde biri siyah, diğeri beyaz iki tane köpek vardır. Kızılderili reis torunu ile o çadırın önünde oturmaktadır. Torunu dedesine, “Dede neden bizim çadırın önünde iki tane köpek var.” Der. Dede torunun başını okşayarak şöyle der: “Yavrum onlar bizim için bir semboldür. Biri iyiliğin, diğeri kötülüğün sembolü. Ben bu köpeklerin mücadelesine baktıkça içimde kavga edip duran iyiliklerle kötülükleri hatırlıyorum”. Torun, “Peki, neden sürekli boğuşup duruyorlar?” deyince dede, “İçimiz de öyle değil mi yavrum? İyi duygularımız ve kötü duygularımız sürekli boğuşup durur.” Torun tekrar sorar, “Peki ama dede bu köpeklerden hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili’nin cevabı oldukça manidardır: “Ben hangisini daha iyi beslersem o kazanır”.
Bu nedenle iyi duyguları beslemek, kötü duyguları de denetim altında tutmak gerekiyor. Zira insanın, insan olabilmesi için böyle bir çabanın içinde olması icap ediyor. Çünkü biyolojik, sosyal ve kültürel niteliklere sahip olan tek canlıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği de onun bu fıtrî yapısıdır. Bu fıtrî yapı düalist(ikili)tir. İnsan bir yanda ilgi, sempati, sevgi, saygı, anlayış, ihsan, merhamet, onur, tevazu, affetme, adalet gibi olumlu ve iyi duygulara sahip iken; diğer yanda antipati, kibir, kin, nefret, haset, gurur, öç alma gibi olumsuz ve kötü duygulara da sahiptir. İnsanın, sahip olduğu bu ve benzeri onlarca duygunun yanında ayrıca akıl, irade ve vicdan gibi yetileri de mevcuttur. Bu yetileri sayesinde insan, iyi ile kötüyü ayırt etme ve seçme hürriyetine ve iradesine sahiptir. Dolayısıyla her insan, doğruyu, hakikati ve güzeli seçmeli; yanlışı, yalanı ve kötüyü seçmemelidir. Yaptığı kötü ve tercihlerden dolayı da Allah’ı ve başkalarını değil, ilk önce kendini suçlamalı ve davranışlarını sorgulamalıdır. Daha da önemlisi dünya menfaatleri ve çıkarları için ruhunu şeytana satan (şeytanın iğvalarına uyan) veya nefsini tanrılaştırarak Allah’a isyan eden bir kişi olmamalıdır.
[2] Sâd, 38/71-78; A’raf, 7/12.