“Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı,
Sen seni, bil sen seni. “
Hacı Bayramı Veli Hazretleri’nin yukarıda okuduğumuz Bilmek İstersen isimli şirindeki dörtlükte; insanın; Allah’ı, evreni ve bütün canlıları tanımasının yolunun kendini bilmekten geçtiğini vurgulamaktadır. Yunus Emre de bunu pekiştirip zor, ancak gerekli olduğunun altını çizercesine
“Beni bende demen, bende değilem.
Bir ben vardır bende, benden içeru.”
Diyerek insanın içine dönüşünün, kendini tanıyıp yüzleşmesinin hayata dair duruşunu da şekillendirdiğini dile getirir. Kendini bilmeyi başaramayan insan kendine yabancılaşmaya başlayarak topluma da yabancılaşacaktır.
Greklerin, Delf mabedinde yazılı olan bir emirde de “ey insan kendini bil” cümlesi bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi geçmişten günümüze farklı kültür ve dinlere mensup olsalar da birçok toplum, insanın kendine doğru bilgeleşmesinin önemini ve gerekliliğini farklı şekillerde dile getirmişlerdir. Sokrates de bunun altını çizercesine “kendimi bilmeye muktedir olmadığım halde, başka şeyleri öğrenmeye başlamak bana gülünç görünüyor” demektedir.
Hegel, yazımızın başlığını oluşturan yabancılaşmanın insanın kendi özüne olan eksikliğinden dolayı meydana geldiğini dile getirerek, ”Yabancılaşma, insanlar öz bilinçlerine döndükleri, kendi çevrelerinin ve kültürlerinin 'Ruh'tan kaynaklandığını anladıklarında son bulacaktır” demektedir.
Yabancılaşma’nın kökü Latincedeki alineus kelimesinden türemiştir ve ruh hastası anlamına gelmektedir. Anlam itibariyle de bizlere ürkütücü ve negatif bir çağrışım yapan yabancılaşma; Psikolojiden sosyolojiye, felsefeden ekonomiye kadar birçok alanda bilim insanları tarafından incelenmiştir. Sosyal yapıdaki değişimler doğal olarak toplumsal ve bireysel yaşantımıza da etki etmiş ve kişilerin yabancılaşıp yalnızlaşmasına sebep olmuştur.
Marx, “Yabancılaşma uygarlığın beraberinde getirdiği bir ruhsal sakatlıktır ve toplumun eseridir” demektedir.
Bizler 80 öncesi doğanlar olarak, kuşak çatışması tabirini gençliğimizde sıkça duymuşuzdur. Ancak o zamanlar tam olarak anlamlandıramadık bu sözü. Kendi adıma söyleyecek olursam; anneannem ve annemle üç farklı kuşak olmamıza rağmen, aramızda hayata bakış ve algılayış olarak bir uçurum ve sıkıntı yoktu. Bunun sebebi teknolojinin bu kadar ilerlememiş ve dünyanın neredeyse tek kültürlü bir köy haline dönmemiş olmasıydı. Şimdi ise bizler, bırakın olacak torunlarımızı çocuklarımızla bile kuşak çatışması yaşıyoruz. Onlara normal gelen davranışlar, bizim için saygısızlık ve negatif davranışlar olarak görülebiliyor. Ailece yenen yemekler, herkesin kendi başına yemeğini yediği, birlikte sofraya oturulsa bile telefonların elden düşmediği anlar haline gelebiliyor. Gerçek dostlukların yerini sanal dostluklar, muhabbetler alabiliyor.
İnsan, teknolojinin ilerlemesi ve küreselleşmenin etkileriyle kendine, ailesine, topluma yabancılaşmaya başlıyor. Medyanın da etkisiyle insan, egemen güçlerin elinde bir oyuncak haline geliyor. Başarılı olmak, popüler olmakla eşdeğer tutulurken okunulan kitaplar, yapılan kariyer, davranışlarımızdaki tutarlılık, iyi insan olma çabamız, gözden düşen değerler olurken sosyal mecrada ne kadar tıklandığınız, sizi takip edenlerin sayısal çokluğu başarınızın göstergesi oluyor. Herbert Marcuse “yabancılaşmayı, kişinin bilincine, yeteneklerine, birbirlerine ve insancıl özelliklerine yabancılaşması ve kendi üzerlerinde hâkimiyet kuran insanı, insanlığından uzaklaştıran güçlerin esiri olması bireylerin yabancılaşmış varlıklarca yutulması” olarak ele alıyor.
Bu söylemlerden yola çıkarak şunu diyebiliriz:
“İnsan kendi özünden uzaklaştıkça yabancılaşma bir damla etkisiyle büyüyor toplumu ve dünyayı etkiliyor. “
Yıllar önce kızımla birlikte okuduğumuz kitaptaki bir cümle onu da beni de çok etkilemişti, “koca bir ağacı kökünden sökmek istiyorsan onun önce dallarını keseceksin” bu cümleyi ilk duyduğumda düşündüğüm şey, toplumların yıkılmasının sağlanabilmesi için öncelikle bireylerin kendilerine, sonrasında kültürlerine ve değerlerine yabancılaştırılarak bunun kolayca başarılabileceğiydi. Kişilerin kendilerine ve yaşadıkları toplumdaki bireylere yabancılaşmaları, müşterek değerlerde buluşamamalarına, kin ve nefret duygularının artmasına ardından kötü güçler tarafından yönetilmelerine de zemin hazırlamaktadır. En acı olansa uzun yıllardır küresel güçlerin bunu az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler üzerinde uyguluyor olmasıdır.
İnsanlar modernleşmeyle birlikte bulundukları toplumun değerlerine uzaklaşmakta, yalnızlaşmakta, bu da kişisel bunalımlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Durkheim ve Coleman, “intiharın sebeplerinden biri olan yaşamın anlamını yitirmesinin, yabancılaşma kaynaklı olduğunu” savunmaktadırlar. Yabancılaşmayla ilgili yapılan çalışmalar da küçük detaylarda farklılıklar olsa da ortak kanı, insanların kendilerine ve onları insan yapan değerlere uzaklaştıkça yabancılaşmanın da arttığıdır. Bu bağlamda Froud, yabancılaşmayı bir ruhsal hastalık olarak tanımlarken, Marx, toplumsal bir olgu olduğunu dile getirmiştir. Bedenimizdeki fiziksel bir rahatsızlığın ruhsal sağlığımızı etkilediği gibi, ruhsal sıkıntılarımız da fiziksel rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Bundan yola çıkarak şunu diyebiliriz:
Toplumsal yabancılaşma bireyi, bireysel yabancılaşma da bir domino etkisiyle toplumu etkilemektedir.
Hayat bilinen ve bilinmeyen yönleriyle her canlı için farklı süreçleri olan bir zaman dilimidir. Toplumsal ve bireysel olarak yaşanılan her sıkıntı, insanoğlunu özüne döndürmektedir. Bu dönüşü pozitif yönde yapabilen insan gerçek istek ve ihtiyaçlarına yönelerek doğaya yaklaşmaya başlamakta; aza kanaatin, yardımlaşmanın, merhametin, insani vasıflarının hazzına vararak kendini gerçekleştirmenin verdiği mutluluğun kapılarını aralamaktadır.
Bütün dünya ve kendi adıma temennim şudur ki benden bize giden yolda yabancılaşmayalım, yakınlaşalım…