Olayı duyunca “Bak, bunu da benden bilecekler.” diyen şeytanın özne olduğu öykücük aklıma geliverdi.
İnek, buzağısını doğurur. Köylü kadın, ahırda inekten ilk ağız sütünü almak için buzağıyı ince bir iple direğe bağlar. Bunu gören şeytan buzağının ipini çözer. Buzağı da annesinin memesini emmek ister. Kadın, buzağıyı, engel olmaması için iter. Bunu gören anne inek, kadının yüzüne bir tekme savurur. Gürültüyü ve çığlığı duyan kayınpeder, tüfeği kaptığı gibi ahıra koşar. Bakar ki gelin, kanlar içinde yatmaktadır.. Öfkeyle, ineği vurur. Silah sesini duyan genç adam, bir nefeste olay yerine ulaşır. Görür ki hanımı yerde, inek yerdedir; babasının elinde silah vardır. Öfke ve hınçla babasını vurur, yaptığı hatadan duyduğu pişmanlıkla bu defa da kendi kafasına kurşun sıkar. Olayı seyreden şeytan mırıldanır: “Bak, insanlar bunu da benden bilecekler.”
Şeytanın adı, Amerika. Ortalık yerde hiçbir şey yokken, İstanbul’daki başkonsolosluğunu kapatıyor, diğer Batılı dokuz ülkeye telefon ediyor, onlara da konsolosluklarını kapatmalarını telkin ve tavsiye ediyor. Gerekçe, terör tehlikesi. Bu konuda duyum aldıklarını iddia ediyorlar. Ellerinde somut hiçbir bulgu yok. Sadece tahmin ve inandırıcı olmayan duyum. Kendi kendilerine aldıkları bu kararla, uluslararası bütün protokol kurullarını da çiğniyorlar.
Öğreniyoruz ki, kapatma sebebi olarak gösterdikleri terör örgütüne, uluslararası çalışan ajanlar, işbirliği teklif etmişler. Yani kendileri çalıp kendileri oynayacaklar. Bu işbirliği teklifini de Türk istihbaratı da zaten biliyor ve ilgili kişileri takip ediyormuş. Şeytan bu defa “Bak, bunu da benden bilecekler.” diyemedi.
Şeytanın boş durmayacağını biliyoruz. Hem şerbetlendik hem çok şey öğrendik. Hem coğrafyamız hem maskeli dostlarımız(!), her zaman teyakkuzda olmamız gerektiğini öğretti bize. Vesayetten kurtulmaya, sömürge zincirlerini kırmaya çalışıyoruz. Bağımsız, güçlü olmak; şeytanın işine gelmiyor. Şeytan, bazen ön, bazen arka planda oyunlarından vazgeçmiyor. Ayağa kalkmaya hazırlanırken bir tekme daha yiyoruz.
Ülke olarak seçim sürecine girdik. Kurt, bulanık havayı severmiş. Onlara göre, “Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke.” Adamların, yüzyıllık planlarını gerçekleştirmeleri için en uygun iklimi yaşıyoruz. Kendileri için gerekli payandaların niteliğini açık ve kapalı mahfillerde zaten dillendiriyorlar. Bunu gaflette olmayan herkes biliyor. İstiyorlar ki Türkiye istikrarsız, güvenliksiz, ekonomisi zayıf, uluslararası saygınlıktan yoksun bir ülke olsun.
Şeytanın algı oyunları hiç bitmeyecek. Turizmde, ekonomide, siyasette, eğitimde, medyada ortalığı bulandırmaya, kirletmeye devam edecekler. Bataklığa niçin koktuğu, sivrisineğe niçin ısırdığı sorulur mu? Bütün kanalizasyonları yer altına almak, bilinçli toplumların, güçlü yönetimlerin işidir.
Her türlü güç mücadelesinde bir tarafın galibiyetinin gerçek nedeni diğer tarafın zayıflığıdır. Şeytanı mutlu etmemektir, asli görevimiz. “Hırsız içerde olursa kapı kilit tutmaz.” der atalarımız. Atalarımızın uyarılarını, göz ardı etmemeliyiz. Fikirde, dilde, ülküde birlik; ab-ı hayatımız.
Kör, sağır ve dilsiz üç kişi bir araya gelir, dertleşmek isterler. Kör, sağıra, kendisini çok sevdiğini söylemek ister. Ancak sevgisini bir türlü duyuramaz. Dilsiz, körün çaresizliğini fark eder, fakat körün sağırı sevdiğini kelimelere bir türlü dökemez. Üçü de birbirlerine bir şey anlatamadan ayrılırlar. O güzel duygu, hedefine ulaşamaz.
Pek çok iletişim ortamında kör, sağır ve dilsiz ilişkisinin yaşandığını gözlemliyorum. Bu ilişki beceriksizliği toplumumuzu bir kurt gibi kemiriyor, zayıf düşürüyor, birbirine güvensiz kılıyor, zamanla düşmanlaştırıyor, şeytanın istediği noktaya getiriyor.
Eskiden insanlar susarak anlaşırlarmış; kalpten kalbe yol varmış. Sevgililer gözleriyle anlaşırlarmış, gözdeki ışık yetermiş, birbirini anlamaya. Nedense günümüzde, değil kelimeler, cümleler bile yetmez oldu, hatta yumruklar devreye giriyor. Karşısındakini anlama derdi taşımıyor kişiler. Eğitimdeki aşırı bireyselleşmenin getirdiği hastalık bu. Kişi,yeter ki kendini anlatsın, nasıl olursa olsun, önemli değil bu. Bulutlu hava, kargaşa hali, gürültülü atmosfer… Kakafoni… Şeytanın tam istediği durum.
Sosyal medyayı zaman törpüsü olarak değerlendiririm; ama ondan uzak da kalamam. Bir arkadaşım, bir mecrada eğitimle ilgili düşüncelerini paylaşmış. Ben de birkaç değerlendirme cümlesiyle katkı sağlamak istedim. Bir tıp profesörü, bana cevap yazmış, ben Türkçe öğretmeni olduğum halde niye “perspektif” kelimesini kullanmışım? Bunu bana hiç yakıştıramamış. Ben isterdim ki konuyla ilgili bir katkı sağlasın, biz de kendisinden istifade edelim. Cevap verme gereğini duymadım, işi uzatmak istemedim. Bazen, bağımlılık yapmasından korktuğum halde, televizyonlardaki tartışma programlarını takip ediyorum. Diyaloglar son derece sığ, bilgiden ve sevgiden yoksun. Tartışmalar ufkumu açmadığı gibi, içimi karartıyor, bana “Ben bunları niye dinledim ki?” dedirtiyor. İlim sahibi akademisyenlerin, gazeteci veya araştırmacı sıfatıyla programda yer alan şarlatanlar karşısında, derdini anlatamamaktan kaynaklanan çaresizliğini gördükçe üzülüyorum. Ne yaparsın, kalitemiz bu.
İnsan kalitemizi artırmak zorundayız. Bilgi, sevgi, ilgi, hoşgörü, empati, idealizm, vatanseverlik, “iyiliği emredip kötülükten men etme” şiarı; insan ve toplum kalitesini yükselten ilkelerdir, değerlerdir. Her dönemde olduğu gibi, özellikle şeytanların en aktif olduğu bu dönemde, ruhumuzun bu gıdalara ihtiyacı var. Bu vitaminlerle beslenelim, zamanı ve mekânı paylaşma kaderini yaşadığımız insanlara bolca ikram edelim.
Kötülerin gücü, iyilerin zayıflığındandır.