Yüce dinimiz İslam, Allah’ın insanlar için seçtiği en son ve en mükemmel dindir. Dinimizin en önemli özelliği bütün insanlığı iyiliğe, güzelliğe, hakka, adalete, barışa ve kardeşliğe çağırmasıdır. Toplumsal huzur ve barışın tesisi, yardımlaşma ve dayanışma gibi konularda çok önemli bir anlayışı ortaya koymaktadır.
Kimi insanlar iyilik, güzellik, insanlığa hizmet ve hayırda öncülük hususunda bir araya gelirler, birbirleriyle yardımlaşırlar, birbirlerine destek olurlar, bu yolda dernekler, vakıflar kurarlar. Kimileri de insanlara karşı düşmanlık, kötülük, şer ve Allah’ın yasak kıldığı fiilleri işleme hususunda bir araya gelirler, çeteler kurarlar, hayırda değil, şerde yardımlaşırlar, şerde birleşip birbirlerine destek olurlar.
Yüce dinimiz müminlerin iyilik ve takva hususunda birbirleriyle yardımlaşmalarını, kötülük ve günahta yardımlaşmamalarını emretmektedir. Cenabı Allah buyuruyor:
“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir. (Maide Suresi 2)
Bu ayet-i kerime bizlere, hukuka riayeti, intikam duygularından uzaklaşarak hak ve adalet ölçüleri içerisinde, iyilikler konusunda yardımlaşma ve dayanışmada bulunmayı emretmektedir. Günah işleme ve düşmanlık yapma gibi İslam’ın özüyle bağdaşmayan her türlü konuda da yardımlaşmayı men etmektedir.
“Kim iyi işe aracılık ederse, onun sevabından hissesi vardır. Kim de kötü bir işe aracılık ederse onun günahından payı vardır. Allah her şeye kadirdir.” (Nisa Suresi 85)
Saymakla bitirilemeyecek kadar çok olan iyiliklerin bir yarış havası içinde yapılması ve Müslümanların bu hususta birbirleriyle yardımlaşması dinî ve milli bir görevdir. Dinimiz, fertlerin birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışmalarını, birbirlerine iyilikte bulunmalarını inanç ve takvadan kaynaklanan kardeşliğin bir gereği olarak görmektedir. Şüphesiz ki, yardımlaşma ve dayanışma sosyal bir varlık olmanın ötesinde kardeşçe yaşamanın bir gereğidir.
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridir, birbirlerini gözetirler. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. Namazı adabına riayet ederek kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah, geniş rahmetine mazhar edecektir. Çünkü Allah azizdir, hâkimdir, üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi 71)
Yüce Allah, iyilikte ve kötülükten sakınmada yardımlaşmamızı emretmektedir. Allah için iyilik yapan, Allah için maddî ve manevî yardımda bulunan kimsenin mükâfatını da yine Rabbimiz verecektir. O, şu müjdeyi bize vermektedir. İyilikte yardımlaşmak kadar kötülükten alıkoymaya çalışmak da Müslümanların dini-ahlaki görevleri arasındadır. Allah Teâlâ; “Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” buyurarak; Kur’an-ı Kerim’de, “iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak”, erdemli insanların özelliği olarak zikredilir.
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, Allah’ın rızasını gözeterek yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir, antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte onlardır iddialarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunan takvalılar.” (Bakara Suresi 177)
Takva: erdemli davranmak demektir. Kulluk bilincini içimizde canlı tutarak, yüce Allah’a iman edip O’nun emir ve yasaklarına uymak; O’na karşı gelmekten sakınmaktır. Dünya ve ahirette insana zarar verecek, ilâhî azaba sebep olabilecek inanç, söz ve davranışlardan kaçınmaktır. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmaktır takva.
Sevgili Peygamberimiz, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuş, bunun üzerine “Ey Allah’ın Resulü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?’ diye sorulduğunda, Hz. Peygamber, ‘Onun zulmetmesine engel olursun, senin ona yardımın budur’ cevabını vermiştir.” (Buhârî, Mezâlim, 4)
Hiç şüphesiz ki; hayır üretme idealindeki insanlar arasındaki yardımlaşmalar, iyiliği yayma amacına yönelik yardımlaşmadır. Herkesin yapabileceği bir iyilik mutlaka vardır. Müslüman yalnız bu iyilikleri yapmakla kalmamalı, başkalarının da bunları yapmasına yardımcı olmalıdır. Onları iyilik ve yardım konusunda teşvik etmelidir.
“Allah’ın, iman edip dünya ve âhirete faydalı işler yapan kullarına verdiği müjde işte bu! De ki: “Sizden akrabalık sevgisinden başka bir karşılık istemiyorum.” Kim çaba harcayıp bir iyiliği gerçekleştirirse bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve iyiliği asla karşılıksız bırakmaz.” (Şura Suresi 23)
Allah Resulü Yardımda Örnek İnsandı
“Resulüllah (s.a.s.)’den bir şey istendi mi, asla ‘hayır’ demezdi.” (Müslim, Fedâil, 56)
Sehl b. Sa’d anlatıyor: Bir kadın elinde kenarları dokunmuş bürde türünden bir kumaşla gelerek, “Ya Resulallah, bunu giymeniz için kendi elimle dokudum.” dedi. Böyle bir kumaşa ihtiyacı olan Resulullah (s.a.s.) kumaşı aldı ve izar şeklinde giyinerek (belden aşağısına sararak) yanımıza geldi. Fakat orada bulunanlardan biri kumaşa dokunarak “Ya Resulallah, bunu bana giydir, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tamam, buyurdu ve Allah’ın dilediği kadar bir süre o mecliste kaldıktan sonra evine döndü. Sonra kumaşı katlayarak ona gönderdi. (Buhari, Libas, 18; Hadislerle İslam, 3/271)
O’nun Ashabı da Yardımseverdi
“Onlardan Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur.” (Fatır, 35/ 32)
Ashab-ı kiram kendi arasında hayırda yarışırdı. Hz. Ömer, Allah Resûlü (s.a.s.) bize sadaka vermemizi emretti. Bu durum bende mal bulunan bir zamana rastladı. Kendi kendime “Eğer geçeceksem bugün Ebû Bekir’i geçerim.” dedim ve malımın yarısını getirdim. Resulüllah (s.a.s.) “Ailene geride ne bıraktın?” buyurdu. Bunun kadarını bıraktım, dedim. Ebû Bekir malının hepsiyle gelmişti. Allah Resulü ona da “Ailene geride ne bıraktın?” buyurdu. Hz. Ebu Bekir, “Onlara Allah ve Resulünü bıraktım.” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, vallahi asla onu geçemem, demiştir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40; Tirmizî, Menâkıb, 16)
Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşman eline vermez (himaye eder). Her kim, müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim, bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun (bu iyiliği) sayesinde Kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim de dünyada bir müslümanın (ayıbını) örterse, Allah da kıyamet günü onun (ayıbını) örter.” (Müslim, Birr, 58)
“Kul, din kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da onun yardımcısı olur.” (İbn Hanbel, 2/252)
Asrı Saadet’ten Yardımlaşma Örnekleri
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine'ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr Suresi 59/9)
Bir gün Peygamber Efendimize bir adam gelerek, “Yâ Resûlallah! Açlıktan bitap düştüm, hâlsiz kaldım.” dedi. Resûlullah onu doyurmaları için hanımlarına haber gönderir, fakat onların saadet hanelerinde de yiyecek hiçbir şey yoktu.
Bunun üzerine Resûlullah, “Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirerek Allah’ın merhametine nail olmak isteyen kimse yok mu?” diye sordu. Derhâl ensardan bir zât ayağa kalkıp ve “Ben varım, yâ Resûlallah!” diye cevap verdi. Bu zât Sâbit b. Kays’tı. Akabinde o adamı alıp evine götürür. Hanımına hitaben, “İşte bu kişi Allah Resûlü’nün konuğudur. Evde ne varsa ona ikram edelim.” dedi.Evin hanımı, “Vallahi evimizde çocuklarımızın yiyeceğinden başka hiçbir şey yok.” diyerek karşılık verdi.
Eşinden bu üzücü cevabı alan sahâbî, eşine der ki: “O hâlde çocuklar akşam yemek istedikleri vakit onları uyut. Sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karanlıkta karnımızı doyuruyormuş gibi yapalım ve geceyi aç geçirelim.” Kadın, kocasının dediklerini yaptı. Kendileri ve çocukları aç kalmıştı ama Allah Resûlü’nün emaneti olan misafirleri doymuştular.
Sabah olunca misafirlerini uğurladılar. Konuk olduğu evden ev sahiplerinin ikram ve izzetleri ile memnun olarak ayrılan misafir, doğruca Resûlullah’ın huzuruna vardı. Misafiri karşısında karnı doymuş, memnun olarak gören Allah Resûlü, “Bu gece Allah sizin yaptığınızdan hoşnut olmuştur.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 10; Hadislerle İslam, 3/250 )
Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor: “Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi hediye etmişti. Ev sâhibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.” (Hâkim, II, 526)
Mümin olmak başkasını düşünme sorumluluğunu yükler. Mümin asla bencil kişi olamaz.
Hz. Peygamber (s.a.s) üç defa yemin ederek, “gerçekten iman etmiş olmaz” dedi. Ashap, “kim ey Allah'ın elçisi?” diye sorunca;
“Komşusunun yanı başında aç olduğunu bildiği hâlde, kendisi tok olarak geceleyen kişi” buyurdular. (Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, Birr ve Sıla, XIV)
Yoksulları Sevindirerek Onlara Yardımcı Olmalıyız
Dinimizde farzlardan sonra en faziletli amel, müminleri özellikle yoksulları sevindirmektir. Yüce Peygamberimiz (a.s) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur:
“Allah Teala’ya farzlardan sonra amellerin en sevimlisi Müslümanları sevindirmektir.”
Müslümanın bir görevi de etrafındaki kederli ve gamlı kimseleri sevindirmeye çalışmak, düşkünlere, yoksullara, yetimlere yardımcı olmaktır.
Rasul-i Ekrem (a.s) şöyle buyurur:
“Kim fakire malıyla yardımda bulunur ve insanlara kendiliğinden adaletli davranırsa, işte o gerçek mümindir.”
Kullarını sevindireni Yüce Allah sevindirir. Bu hususu Es'ad Muhlis Paşa şöyle ifade eder:
“Çalış gamgînleri şad etmeye şad olmak istersen,
Sevindir kalb-i nâsı, gamdan âzâd olmak istersen.”
Ebu Saîd el-Hudrî (ra) Rasulullah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kimin yanında fazla hayvan varsa, onu hayvanı olmayana versin. Kimin yanında fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin.” Rasulullah (a.s), bazı mal çeşitlerini bu suretle saymaya devam etti. Öyle ki, bizden hiç kimsenin (yol sırasında) herhangi bir fazlalıkta hakkı olmadığı düşüncesine vardık.” (Ebu Davud, Zekât 32)
Sevgili Peygamberimiz (a.s) yoksullara, yetimlere, kimsesizlere yardım edip onları sevindirmekten büyük bir haz duyardı. Kendisinden bir şey istenildiği zaman asla yok demezdi; varsa verirdi, yoksa ailesinden veya ashabından birine gönderir, onun ihtiyacını giderirdi.
Peygamber Efendimizin ahlâkını kendilerine örnek kabul eden İslâm büyükleri de öyle idi. Cüneyd-i Bağdadi’nin dayısı ve üstadı olan büyük mutasavvıf Sırrı Sakatî (ö. 253/867) yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor:
“Bir bayram günü idi. Yolda Ma’ruf-u Kerhi’yi gördüm. Baktım ki, hurma tanelerini topluyor. “Bunları ne yapacaksın?” diye sordum. Dedi ki: “Demin yolda birtakım çocukları gördüm. Yeni elbiselerini giyinmişler, ellerindeki oyuncaklarıyla oynuyorlar. Bir de baktım ki, bir kenarda çocuğun biri ağlıyor. Niçin ağlıyorsun? Diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Ben hem öksüzüm hem de yetimim. Ne babam var ne de annem. Ne öteki çocuklar gibi yeni elbisem var ne de oyuncağım. Topladığım bu hurmaları gidip satacağım, parası ile o çocuğa oyuncak ve elbise alacağım ki, o da oynasın, sevinsin, o da gülsün.”
Ma’ruf-u Kerhi’den bu sözü işitince şimdi bu, bana terettüp eden bir vazife oldu diyerek gidip o çocuğa hem elbise aldım hem de oyuncak.”
Tarihçi İsmail Hami Danişmend’in belirttiğine göre Osmanlı ülkesini karış karış gezen batılı seyyahlar, bu ülkede dilenci, yoksul, sefil görmediklerini, bunun sebebinin de Türklerin hayır ve hasenata çok düşkün olduklarını anlata anlata bitiremez.
Yol boyunca görmüş oldukları hanlardan, kervan saraylardan, imaretlerden, aşevlerinden, sebillerden bahsederler. Hanlara tıpkı Türkler gibi Hıristiyanların da kabul edildiklerini, üç gün müddetle yeme içmelerinin ücretsiz olarak temin edildiğini, çünkü Türklerin hayratının, din farkı gözetilmeksizin, bütün insanlara şamil olduğunu, kimi Türklerin yol boyunda, yolcuları susuzluktan kurtarmak için çeşmeler yaptırdıklarını, bazılarının da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırdıklarını, zenginlerin hapishanelere giderek borç yüzünden hapse girenleri kurtardıklarını, felakete uğrayanları sadece sözle teselli etmekle kalmayıp, imkânları ölçüsünde onların acılarını gidermeye, dertlerine deva olmaya çalıştıklarını kaydederler.
Adalet ve fetihleriyle cihana ün salan bu yüzden Sultan-ı Âdil ve Ebu’l-Feth gibi unvanlarla anılan Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan çok merhametli bir kimseydi; fakir fukarayı gözetirdi. Hatta zamanında fakirlere maaş bağladığı, sarayında fakirler için günde elli koyun kestirdiği ve aş olarak yoksullara dağıttırdığı da kaynaklarda yer almaktadır.
Paylaşarak, yardımlaşarak geçici dünya malını ahiret yurduna taşıyabiliriz. Rabbimiz bizleri hayır hasenatını bol yaparak amel defterini açık tutanlardan eylesin.
Hayırlı Ramazanlar dileğimle...
(Kaynak Diyanet İşleri Başk. Yayınları)