Bir süredir yazmıyordum. Zaman ayırdığım başka çalışmalar vardı. Yaşadıklarımızın üzerimizdeki etkisi ve bazı kardeşlerimizin bedbinliği, tekrar kaleme sarılmama sebep oldu. Önce bir tespitte bulunalım. Gazze ile ilgili doğru ve sahih bilgi akışına tam sahip değiliz. Vâkıayı tam ve bütün tafsilatıyla tespit edecek doğru verilere sahip değiliz. Haber kanalları İsrail’in gösterdiği mekân ve ortamlardan yayın yapmaktadırlar. İkinci husus algı savaşlarının farkındalığı meselesidir. Maddi mücadelenin arkasında kıran kırana bir algı savaşı söz konusudur. Üçüncü husus Siyonizm’in doğru anlaşılmasıdır.
Hz. Peygamber’in çağlar ötesinden bir müjdesiyle başlamak isterim.
لَنْ يَجْمَعَ اللَّهُ عَلَى هَذِهِ الْأُمَّةِ سَيْفَيْنِ، سَيْفًا مِنْهَا، وَسَيْفًا مِنْ عَدُوِّهَا
Avf b. Mâlik (r.a.)’ın rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bu ümmet için, biri kendinden biri de düşmanından olmak üzere iki kılıcı bir araya getirmeyecektir.” (Ebû Dâvûd, Sünen, Melâhim, 7) Bu hadis bize Müslümanların iç ve dış savaşı birlikte yaşamayacaklarına işaret etmektedir. Dikkat edilirse Gazze olayı Müslüman devletleri bir araya getirmiştir. Yemen ve Cezayir İsrail’e savaş karar almıştır. Ülkemizde ve dünyada İsrail ürünlerini boykot giderek yaygınlaşmaktadır. Arap Baharı adı verilen süreç Müslümanlara çok şey kaybettirdi. İç savaşlar İslam dünyasının insan kaynaklarını azalttı. Beklenmedik bir anda patlak veren Gazze cihâdı, İslam dünyasını içtimaî taban olarak yekvücut yapmıştır. Mısır’da yapılan sınırlı toplantı ümit edelim ki daha üst yetkililer düzeyinde yeniden yapılsın ve etkili kararlar alınsın.
Gazze cihâdına müspet pencereden bakmamızı gerektirecek çok şey bulunmaktadır. Çünkü Müslümanlar için deccâliyetin tesiri ile belirsizleşmiş olan “düşman” giderek netleşmektedir. Müslümanların en büyük problemi düşmanın belirsizleşmesidir. Düşmanın belli olduğu herhangi bir savaşta ehl-i İslam’ın bir zafer haberini alması daha kuvvetle muhtemeldir. Müslümanlar için aktif düşman, Yahudiler değil Siyonistlerdir. Yahudiler ile Siyonistleri kesinlikle ayırmak gerekir. Siyonizm Yahudi sembollerini kullanan ırkçı, pagan, putperest, nihilist şeytana tapma ideolojisidir. Siyonizmin ‘insan eli değmiş’ bugünkü Yahudilikle bile uzlaşır tarafı bulunmamaktadır. Tevrat’taki vadedilmiş topraklar ile Siyonizmin vadedilmiş toprakları birbirinden tamamen farklıdır. Kendi kafalarına göre çizdikleri haritanın ilmî olarak sorgulanması gerekir. Ülkemizde Yahudilik ve Siyonizm uzun yıllar birbiriyle eşitlenmiştir. Bu tamamıyla yanlış bir algıdır. Son yıllarda yapılan akademik çalışmalar ümit vericidir. 2019 yılında yapılan bir tez olarak (S. Karahan) “Siyonizmin Teolojik Temelleri” isimli çalışmasının incelenmesini çok tavsiye ederim. Yahudiliğin nasıl kullanıldığını ve savunulanların bugünkü kaynaklara da ne açıdan uymadığını görmek isteyenler bu tezi okumalıdır. Yahudi Haham Dovid Weiss ile yapılan “Siyonizm Yahudiliğe İhanettir” başlıklı röportajın özellikle içinde yaşadığımız bu günlerde izlenmesini tavsiye ederim. (Bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=4qDjJliAdSA&t=144s ) Siyonizm Tevrat’ı kullanarak ırkçılık ve şeytana tapıcılık yapıyor. Allah’a karşı savaş açıyor, nihilizmin öncülüğünü yapıyor. “İnsanı yaşat ki devletin de yaşasın” prensibinden hareket etmiyor. Tam tersi “yak, yık, yok et; yok etmekten ve yok olmaktan zevk al” prensibinden hareket ediyor. Yani tam bir nihilizm. İsrail tamamıyla seküler ve Siyonist bir devlettir. İsrail’in Yahudilikle alakası sadece “bir dînî geleneği ‘kullanması’dır. Yahudilere en büyük düşmanlığı İsrail yapmaktadır. Kibbutz adı verilen yarı okul yarı kooperatif yaşam merkezlerinde Siyonist bir nesil yetiştirmeye çalışıyorlar. Dindar Yahudiler Kibbutzlara çocuklarını göndermiyor. Çünkü gönderdikleri zaman çocuklarının nasıl değişeceğini, bozulacağını, canavarlaşacağını ve kitapsızlaşacağını biliyorlar. Şeytana tapınmak sadece onun önünde eğilmek demek değildir. Allah neyi haram kılmışsa şeytan onu helal kılıyor. Mesela şeytan zinayı, içkiyi, doğacak çocuğu düşürmeyi helal kılıyor. Irkçılık adına binlerce kişiyi öldürüp kanına girmeyi helal kılıyor. Şeytanın helal dairesini benimsemek de ona tapınmak anlamını taşır. On emir disiplinine sahip topluluklar bunları yapmaz, şeytana tapmaz. Mesela Hristiyanlardan Amişler, Menonitler, Yahudilerden Heredimler, Natürei Karta cemaati on emir disiplinine sahiptir. Müslümanlar kütle olarak bu disipline zaten sahiptir. Allah’a karşı semavî dindarlığı ve insan kaynaklarının Allah’ın kitabına göre yeryüzünde sürdürülüşünü Müslümanlar temsil etmektedir. Küresel yasalar sadece on emir disiplinine meydan okumuyor. Tüm insanları tornadan geçirmek, tek tipleştirmek istiyor. En önemli özelliği ulus devlet olmak olan İsrail de tüm Yahudileri tek tipleştirmek istiyor. Onların tamamını bir standarda sokmak istiyor. Bunun için tedbirler alıyor, programlar uyguluyor, mesela karma askerlik yaptırıyor. İki buçuk sene askerlik yapanlara aylarca devlet bütçesinden tatil imkânı sunuyor. Askerliği, dinini ve vatanını korumak için değil, tatil kazanmak için bir görev olarak takdim ediyor. Bu durumu “kendi insan kaynaklarını tek tipleştirmek için zorunlu askerliğin kullanımı” olarak tanımlamak yanlış olmaz. Zorunlu askerlik görevini yapmaya gidenin bu görevi yaparken aile değerlerini, karşı cins ile ilişkilerinde helal hassasiyetini kaybetmesi ne kadar üzücüdür. Mesela Haredim Yahudileri karma askerliğe karşı oldukları için zulme maruz kalıyorlar. Evet, şeytan kendine kulluğu emreder ve kendine kulluğu güzel gösterir. Şeytanın çizdiği dairede yaşayanlar kendilerini ışık krallığının çocukları olarak da görebilir. Tepe yöneticileri bir tweetinde “biz aydınlığın insanlarıyız, onlar karanlığın insanlarıdır” demiştir. Gnostik düalizmi de kullanıyorlar. Karanlığın, kâbusun, hiçliğin, ademiyetin çekim merkezindeler. Kendilerini ışık krallığının insanı olarak gösteriyorlar. Kadın, yaşlı ve çocuk demeden “öldürme makinesi tarzı” bir güç gösterisi ne kadar sürdürülebilir? Hayır, varoluş ve var ediş, yok oluşa yok edişe galip gelecektir. “Yeryüzü insansız başladı, insansız bitsin” diyenler (Antropolog Levi Strauss gibi) kazanamayacaktır. “Sen insanı yaşat ki devletin de yaşasın” diyenler (Şeyh Edebâlî gibi) kazanacaktır. Allah’la buluşmayı ve ebedî hayatı kabul edenler kazanacaktır. Bir toprağı fethedenler ile işgal edenler arasında çok önemli bir fark vardır. Fethedenler o beldede ikamet edecek ilim, irfan ve ahlak öğretecek insanlar bırakır. İnsan unsurunun ve içtimaî hayatın ziraat, ticaret ile devamına ağırlık verir. Fatihler içtimai hayatı düzenler, ekini ve nesli korur. İşgalciler ekini ve nesli biçmeye uğraşır. İşgalcinin paralı asker dışında “örnek göstereceği” insan kaynağı bulunmaz. Tarihimizde bir yer fethedildiğinde oradaki ilim, irfan ve ahlakî hayatın sürdürülmesi için tedbirler alınmıştır. Zorla ele aldığınız topraklarda hakimiyetinizi sürdürecek insan kaynaklarınız bulunmuyorsa sizin bir medeniyet öneriniz olamaz. Yukarıda “düşman” netleşiyor dedim. Şimdi de karşımızdaki düşmanın bir medeniyet önerisi bulunmuyor diyorum.
İslam, ‘Yahudi düşmanlığı’ ile eşitlenemez. Hz. Peygamber’in hiçbir hadisi de Yahudi düşmanlığını teşvikle açıklanamaz. Meşhur ‘Ğarkad hadisi’ de buna dahildir. Kur’an-ı Kerim’in Bakara ve Mâide sureleri Yahudileri İslam’a davet sureleridir. Hz. Peygamber on yedi ay Kudüs’e karşı namaz kılmıştır. Bu süre içinde Yahudilerle iyi münasebetler kurulmuştur. İslam’ın mâ kabline bir yolculuk, Yahudi dînî geleneği atlanarak yapılamaz. Hz. Peygamber “birlikte yaşama” disiplinini onlarla oluşturmuştur. Medine Vesikasının oluşturulma amacı iki kitaplı topluluğun birlikte yaşamasıdır. Ehl-i kitap özel bir tabirdir. İslam’ın yüklediği bir anlam vardır. Ehl-i kitâb olmak demek, şeytanın yolundan gidip “bireysel tercih” putunu kutsamak değil, Allah’ın yolundan gidip O’nun kulluk programı demek olan ‘el-kitâb’ı hayat tarzı olarak kabul edip uygulamaktır. Kitaplı oluş öncelikle helal dairede hayat yaşamakla olur. Haram helal demeden bir hayat yaşayarak, şeytana taparak kitaplı olunmaz. Siyonizm kitapsızlık aşılayan bir harekettir, Yahudilikte tahrifat ve tahribat yapmıştır. Hz. Peygamber’in ilerleyen yıllarda Yahudilerle geçinemeyişi, onları sürmek ve savaşmak zorunda kalmasının sebebi onların ehl-i kitap oluşu değildir. Yahudi topluluklar, İslam öncesi şirk düzeninin devamından yana aktif tavır koymuşlardır. Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında da Yahudilerin Arap yarımadasından sürülmelerini istemesi aynı sebepten kaynaklanmıştır. Asr-ı saadetteki Yahudi varlığı İslam’ın getirdiği yeni düzeni kabul etmiş olsaydı, onlarla birlikte yaşama rejimi devam ederdi.
Siyonistler Ortadoğu’da bir din savaşı istiyor. Bununla gelenekli dinlerin tamamını birbirine kırdırıp yeryüzünün dinsiz, deist insanlara kalmasını umuyorlar. Amaçlarına ulaşamayacaklar.
İsrail mallarını boykot konusu ile ilgili de birkaç hususu belirtmek isterim. Boykotu “içinde üretime katkının da bulunduğu bir hayat tarzına” çevirmemiz gerekir. Boykot ettiğiniz ürünü evde kendi imkanlarınızla tabii yollarla üretmeyi düşünmelisiniz. Evde yaş sebze ve meyvelerin kurutulması, pekmez ve salça yapımı ve zor günlere karşı saklanması gibi konuların her Müslümanın evinde gündem olması ve uygulamaya koyulması gerekir. Unutmayalım ki Gazze halkı boykot altındadır. Onların bizler gibi marketlerden ürün tercihi yapma imkanları bulunmamaktadır. O halde biz de kendimizi Gazze’li kardeşlerimiz gibi düşünmemiz lazımdır. Onlar gibi zor günlere hazırlık mahiyetinde bir programın içine aile olarak girmeliyiz. İsrail ürünlerine başlayan boykot yaygınlaşarak devam etme eğiliminde olması, hamd etmemizi gerektirecek sevindirici bir gelişmedir. Ancak boykotun sürdürülebilirliği bizim bu işin bugünden yarına küçük bir iş olmadığını, yıllarca sürmesi gereken iktisâdî bir cihad olduğunu anlamamıza bağlıdır. Her Müslüman âile, iktisâdî bir cihâdın içinde olduğu bilinci ile tüketimi ihtiyaç miktarına çekmeli, öncelikle israfa son vermelidir. İkinci olarak evde tabii ve katkısız gıda üretimini teşvik etmeliyiz. Boykot edilecek ürünler listesindeki her ürünün yerine geçireceğimiz her ürünü evimizdeki imkanlarla üretebilir ve bunu bir hayat tarzına dönüştürebiliriz. İhtiyaç fazlası olan her gıdayı komşumuzla paylaşmayı bir hayat tarzına dönüştürebiliriz. Her ürünün karşılığı olarak evde kendi imkanlarınızla yaptığınız ürünü veya yerli ürünü zihninize koyup bunu ömür boyu uygulama aşamasına getirdiğiniz zaman gerçek manada boykot yapmış olursunuz.