Tolstoy’un:
-“Bana Hastanede ‘Karın Öldü’ Dediklerinde Ne Yapacağımı, Nasıl Tepki Vereceğimi Bilemedim. İçimden Eve Gidip Karıma Olanı Anlatmak ve Bana Ne Yapmam Gerektiğini Söylemesini İstedim.”
İşte aşk! İşte sevgi!
İlk bakışta herkesi duygulandıran bu müthiş sözlerin insanı duygulandıran hatta üzen kısmı; aslında tamamının yalan olması. Çünkü Tolstoy hanımından önce vefat etmiştir. Eserlerinden kazandığı paraların tamamını fakir ve yetimlere dağıttığı için son yıllarını terkedilmiş bir şekilde ve yalnız geçirmiştir.
Kırım harbi sırasında Müslümanlarla karşılaşıp, onlardan çok etkilenmiş olması “Müslüman olduğu” iddialarını getirse de kaynaklar bunun doğru olmadığını gösteriyor.
Tolstoy’un hayatı ile ilgili yalanlardan bu sonuncusunda belki kaynaklar yalan söylüyor. İşlerine öyle geldiği için onu bu şekilde tanıtıyorlar. Gerçekte de Rus Ortodoks Kilisesinin Tolstoy’un sorularına verdiği cevapların yetersiz geldiği gerçeği var. Hatta çok soru sorduğu için kiliseden aforoz edildiği gerçeği.
Mesela Rus yazarlardan Dostoyevski var. Onda da benzer sorunlar yaşanmış. Ancak o hayatının son dönemlerinde Tolstoy kadar yalnız kalmamış. Adından da belli olduğu gibi(!) dostu çokmuş. Cenazesine 30 000 kişi katılmış. Ünlü Rus yazarlardan Çaykovski de yemekten sonra ziyaret edilenlerden. Çok güzel çay demler herkese ikram edermiş. Onun bu çay koyma hevesi karısını bezdirmiş. Çaykovski’nin eserlerinden ziyade karısını anlatan film izlenme rekorları kırmış.
Bu hafta nerden aklıma düştüyse bu Rus yazarlarla ilgili küçük anekdotlarla yazıma başlayayım istedim. Fransız yazar Viktor Hugo’ya da değinmeden edemeyeceğim.
Sefiller adlı romanında kullanılan bazı cümlelerde geçen detaylar şahsen beni şaşırtmıştır. Bugün Hristiyanlar için normal gibi yerleşmiş olan alkol tüketimi romanda “haram” işler olarak lanse edilmiş. Ve alkol tüketip sarhoş olanlar “günahkarlar” olarak anlatılıyor.
Yani bizim elit kesim bu işlerde ne tarafa meyletse kurtuluşu yok :)
Hani Malatya Milletvekili Veli Ağbaba demiş ya:
-“Alkolü yasaklayanları millete havale ediyorum”
Allah’ı (haşa) Millete havale ediyor. Cehaletin zirvesi, şişenin en dibini bulunca böyle sözler çıkarabiliyor. Kendisinin davet edildiği bir iftar sofrasında duaya katılmadığı da görüntüye girince gazeteciler espriyi patlatmıştı:
-“Alkolün olmadığı sofrada neye şükretsin ki😊))”
Bu taife temellerini dayandırdıkları ilke ve inkılaplardan destek alarak bugün bunu normal görüyorlar.
Cumhuriyetin 30’lu yıllarında Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde kurulan bira fabrikası ile bu milletin kanına girmeye başladılar. Okul çocuklarını gruplar halinde buralara götürüp bira içirmeler o dönemde yoğunluk kazanmıştı. Bira için zamanın tayin edilmiş din adamlarından da fetva aldılar (Kaldı ki ilk Diyanet İşleri Başkanının bir Yahudi olduğu iddiası halen yalanlanamadı. Fetvada da zorlanmamışlardır).
Afişler bastırıp okullarda astılar. Bir şişe biranın 3.5 yumurtaya eş besin değeri olduğu reklamları ile okul duvarlarında genç beyinleri iğfal etmeye devam ettiler.
Bir millete format atma gayretleriydi bunlar. Tüm hafızayı silip kötülük ve zehir yüklemek. Batılı olmuyor batılıdan daha uyuşuk ve daha aşağı bir beyin yapısına sahip oluyorduk.
80 yılda nakış nakış işlenen bu kötülükleri 20-25 yılda silip yok edebilmek mümkün mü? İşte seçim sonuçları bunun ne kadar mümkün olduğunu açık açık gösterdi.
Önceki yazılarımda bahsettiğim Abbas vardı. Cezaevi müdavimlerinden onun anlattıklarından paylaşıyorum.
Pala isimli bir mahkûm vardı. 50 - 60 yaşlarında, siyah pala bıyıklı, esmer tenli biri. Esrar satışından 7 ayrı şehirde cezaevlerinde yatmış. Tutuklu girdikleri de ayrı. Uyuşturucunun her çeşidini satmış. Pala anlatıyor:
-“Ben 25-30 yıl uyuşturucu sattım. Müşterilerim arasında gençler çoğalmaya başladı. Sonra liseli çocuklar gelip almaya başladı. Bir gün baktım, anee.. O ne la! Ortaokul çocukları gelip uyuşturucu almaya başladılar. Orda uyandım. Bu iş yanlış. Uyuşturucu ortaokullara kadar inmiş. Bu çok kötü dedim. İki çocuğum ortaokula gidiyordu. Bunlara da bulaşır, Allah korusun, dedim. Hemen çocuklarımı okuldan aldım. Ben duyarlı bir babayım. Çocuklarımı uyuşturucu illetinden uzak tuttum. İyi ki de çocuklarımı zamanında almışım. İçeri düşmeden önce artık ilkokul çocukları bile bana gelip uyuşturucu alıyorlardı. Çok kötü çoook…”
Adettendir; her yazımızın son kısmına bir fıkramızı ekliyoruz.
Karadeniz’de çeşit çeşit Temel varmış. Patron Temel, mühendis Temel, Aylakçı Temel, Amele Temel.
Hepsini sayamadığım bu Temel’lerden biri de işsiz güçsüz Temel’dir.
İşte o Temel beş parasız dolaşırken bir lokantanın camında Bulaşıkçı arandığına dair ilanı görmüş. En azından günü kurtarırım diyen Temel hemen içeri girip patrona:
- “Bulaşukçi aranaymış. Pen ha burada bulaşukçiluk yapapilirum.” Demiş. Patron Temel’i tepeden tırnağa süzdükten sonra başından savmak için sormuş:
- “Kaç dil biliyorsun?”
Temel hiç duraksamadan cevap vermiş:
- “On tört dil bileyrum.”
Önce biraz şaşıran patron sonra sinirlenmiş ve:
- “Sen benimle alay mı ediyorsun?” Deyince Temel:
- “Valla önce siz başlattunuz!”
Değerli okurlarım. Kurban Bayramınızı kutluyorum. Rabbim tüm ibadetlerinizi kabul etsin.
Kalın sağlıcakla.