Merhaba değerli okurlarım.
Uzun yıllar önce sorarlardı bu soruyu;
-“Ne kadar uzağı görebiliyorsun?”
O zamanlar ehliyet için sürücü kursları yoktu. Kendiniz öğrenirdiniz ve Emniyet müdürlüğünün bünyesinde Şoförler Derneği’nin kontrolünde girerdiniz sınavlara. Yazılı sınavlarda emeğinizin karşılığı mutlaka verilirdi. İş direksiyon sınavına gelince yanlış hatırlamıyorsam 4 kere sınava girme hakkı vardı. Sürücü adayı 4 kerede direksiyon sınavını kazanamazsa dosyası yanar ve her şeye yeni baştan başlardı. İlk iki sınavda ağzıyla kuş tutsa başarısız sayılırdı. 3. Sınava girdiğinde komisyondaki görevli aracın içindeyken pişkin pişkin “ne kadar uzağı görebildiğinizi” sorardı. Bu artık bütün sürücü adaylarının öğrendiği bir soru idi. Cevabı da basitti:
-“300 metreyi görebiliyorum.” Yani “beni direksiyon sınavından geçirirseniz 300 lira verebileceğim” demekti. O zamanın 300 lirası da şimdiki gibi değil. Şimdinin 3 BİN Lirası gibi bir para. Bu cevapla beraber vitesin yanına o para konurdu. Sınav başarı ile tamamlanmış olurdu.
Sürücü kursları başladıktan sonra bir süre daha bu soru ve cevabı sürdü. İşlemler tamamen sürücü kurslarına geçtiğinde ise o soru ebediyete intikal etti. Ancak tabiat boşluk kabul etmez. Komisyonun haksız aldığı para sürücü kurslarında derslere devam etmeden, devam etmiş gibi gösterilip sadece sınava girme imkânı karşılığı bir şekilde devam etti. Bu şekilde hilelere başvuran sürücü kursları işini ciddiyetle yapan, kazandığı paranın karşılığını eksiksiz eğitim vererek karşılayan sürücü kurslarının da müşterilerini kapıyordu.
O zamanlar gençtim. Yani daha bi gençtim. Kafam muzipliğe çalışıyor, onu da teknoloji ile birleştirip olağanüstü şakalar üretebiliyordum. Gerçi şimdilerde de aynıyım, ama biraz elimi eteğimi çekmiş gibiyim.
Resmi bir yuvarlak damgayı bilgisayarda tarattım. Üzerindeki yazıyı o zamanın yeni yeni yaygınlaşan Photoshop ile Bakanlığın damgasına çevirdim. Sürücü kurslarının bağlı olduğu Özel Kurslar müdürlüğü Teftiş kurulundan resmi bir yazı oluşturup Kütahya’daki 2 arkadaşımın ortak olduğu sürücü kursuna posta ile gönderdim.
Resmi yazıda 2 kişinin ayrı ayrı şikâyeti sebebiyle kurslara adayların devam etmeden sınava alındığı ihbarı olduğu, bu sebeple kursiyer devam çizelgesi ve yanında 2-3 tane daha defteri 1 hafta içinde Ankara’daki teftiş kuruluna getirmelerini aksi halde kursun önce 3 ay, sonra da açılmamak üzere sürekli kapatılacağı bilgisi vardı. Altta da 1 baş müfettişin, 3 tane de müfettişin imzası vardı.
Kütahya niree? Ankara nire? Buradaki en yakınları ben olduğumdan mektup ellerine geçtiği anda beni aramalarını bekledim. Nitekim öyle de oldu. Beni arayıp “Özel Kurslar Müdürlüğünde tanıdığım olup olmadığı” nı sordular.
-“Evet. Orada tanıdığım arkadaşım var. Konu nedir?”
Sıkı bir telaş içinde konuyu anlattılar. Evrak numarasını falan da aldıktan sonra telefonu kapattım. Ertesi gün kendilerini aradım.
-“Özel Kurslardaki arkadaşım konuyu araştırmış. Müfettişleri de iyi tanıyor ve ikna edebilecekmiş. İkna için Kütahya’dan samur fırçalı el işi özel çini tabak göndermeniz iyi olur. 4’ü müfettişlere, biri de işi halledecek arkadaşa. Ben kendim için bir şey istemiyorum” dedim.
Gece yarısı telefonum çaldı. Özel hazırlanmış 5 adet çini tabağın otobüse verildiği söylendi. Sabahın 5’inde otobüsü karşılayıp emanetleri aldım.
Hepsi ayrı ayrı hediye paketi yapılmış tepsi büyüklüğünde çini tabaklardı.
Bir gün sonra arayıp, konunun kapandığını, ihbar dilekçelerinin bir şekilde yok edildiğini, tehlike kalmadığını söyledim. Çok sevindiler. Onların bu sevinci benim vicdan azabımı azaltmıştı. O kadar sevindiler ki adeta “iyi ki işletmişim. Yoksa bu mutluluğu tadamayacaklardı” gibi bir ses oluşturdu içimde.
O arkadaşlar bu korkudan sonra o yamuk işleri kolayca bırakınca da “hayırlı ve doğru bir işe vesile oldum” diye sevindirik bile oldum. Sıcağı sıcağına yaptığım şakayı anlatırsam ceset parçalarım değişik çöplüklerden toplanır diye düşündüğümden o konunun mevzusunu uzun yıllar açamadım.
Aradan 21 yıl geçmişti ki bir bayram ziyaretinde denk geldik. Kalabalık bir ortamdı. Sohbet sohbeti açtı. Konu işletme ve şakalara gelince:
-“Ben sizi öyle bir işlettim ki 21 yıl geçti halen farkında bile olmadınız!”
Meraklanmışlardı. Herkes ne olduğunu anlamak için pür dikkat kesildi.
-“Hani bir zaman müfettişler kursiyer devam çizelgesini vesaireleri istemişti de çini tabaklarla konuyu kapatmıştık ya!”
İki arkadaşın yüz renklerinde gökkuşağı renklerini resmen gördüm. Devam ettim:
-“Öyle bir şikayet de yoktu, öyle müfettişler de. O çini tabaklar da çok işime yaradı.” Deyip o şaşkınlık anlarında helalliği de kaptım.
***
Yazılarımda konudan konuya zıplamayı seviyorum. Okurlar bir önceki konunun şokunu atlatamadan diğer konuya geçince bi garip oluyorlar. Benim bile tashih için yazımı okuduğumda başım dönüyor. Onlar ne yapsın?
Bundan çok uzun yıllar önce bir program sebebiyle yapılacak afişler için ölçüler almak üzere Ankara’daki Arı sinemasına (sonradan TRT stüdyosu oldu) gitmiştik. O anda salon girişinde büyük bir hareketlenme oldu. Barış Manço da kendi programı için son kontrollerini yapmak üzere oradaydı. Çevresindeki ekiplere talimatlar verirken aynı televizyonda şarkısını söylerken olduğu gibi tüm parmaklarının ayrı ayrı oynadığını bütün vücudunun kollarının ayaklarının hareket halinde olduğunu görmüştüm. İşini seviyor ve en iyi şekilde yapılması için büyük gayret sarf ediyordu.
Yıllar sonra İstanbul Levent’te bir iş görüşmem vardı. Görüşme saatini öğle namazından önce bitirmek üzere ayarlamıştım. Levent Camiinde öğlen namazını müteakip; şarkılarını severek dinlediğim, şarkı sözlerinin hiçbirinin rasgele olmadığını bildiğim sevgili Barış Manço’nun cenaze namazı vardı.
Ben cami avlusuna girdikten sonra aşırı izdihamdan dolayı bahçe kapısı kapatılmak zorunda kalınmıştı. En ön safta namazını kılmak nasip oldu. 10-15 saatlik yoldan gelip cenazede bulunan çok insanla karşılaştım. Müthiş bir kalabalık vardı. Hiçbir sanatçıya nasip olmamış bir sevgi kalabalığı. Göz yaşlarıyla uğurlandı.
Çok sanatçı ve onların yanı sıra sanatçı müsveddeleri de vefat etti. Kimi camiden, kimi kiliseden uğurlandı. Ancak Barış Manço gibi uğurlanmak hiçbirine nasip olmadı. Geçen hafta vefat eden sinema sanatçısı(!) bana bunları düşündürttü. Kimsenin içini ve son hallerini bilemeyiz. Allah C.C. affetmişse bizim hala önceki bilgilerimizle onu yargılamamız yanlış olur. Ancak yapmış olduğu yanlış amelleri kınayabiliriz. Allah affetsin.
***
Oradan buradan derken geldik yazımızın sonuna. Ersoy Baba yazıları örf, adet ve geleneklerimize göre fıkra olmadan sonlanamaz. Buyurun haftanın fıkrasına.
Karadeniz'in önemli geçim kaynaklarından biri Fındıktır. Fındık sezonunda fındıkları toplamak için dışardan işçiler gelir ve yevmiye hesabıyla çalışıp fındıkları toplarlar.
Temel'in de fındık ağaçları var. Fındıkları toplatmak için o da yabancı işçiler bulmuş. İşçiler fındık toplamaya başlayacaklar. Temel hemen oğluna:
- “Remzi, hemen koşarak git, pakkaldan 50 tane sakız al da gel!” Remzi şaşırır:
- “Uy babacuğum, bu kadar sakızi ne yapican?”
-“A benum salak oğlum. İşçilere vereceğum çiğnasunlar. Ağizlarinda sakız varken finduk yiyemeyurlar daa!”
Kalın sağlıcakla.